Mustafa Demirci - Hz.Muhammedin S.A.V Hayatı 16.cd

Gönderen Konu: Mustafa Demirci - Hz.Muhammedin S.A.V Hayatı 16.cd  (Okunma sayısı 5928 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

hakansen967

  • Vip Üye
  • *****
  • İleti: 3625
  • Etkinlik:
    4.8%
  • Tesekkur Edildi: 870 kez
  • Rep Puanı: 574
  • Cinsiyet: Bay
    • ilahisözleri.net
Ynt: Mustafa Demirci - Hz.Muhammedin S.A.V Hayatı 16.cd
« Yanıtla #30 : 20 Aralık 2022, 22:15:58 »
64-İFTİRA
Medîne’ye döndükten kısa bir süre sonra Âişe (r.a.) hastalandı. O zamana kadar, münafıkların o ve Safvân’la ilgili söyledikleri dedikodular tüm şehre yayılmıştı. Çok az kişi bunu ciddiye alıyordu. Bu olayı ciddiye alanlar arasında Muttalib kabilesinden kuzeni Mistah da vardı. Fakat inansın inanmasın, ondan başka herkesin söylenenlerden haberi vardı. Hiçbir şeyden haberi olmamasına rağmen Âişe, Peygamber’in (s.a.v) kendisine karşı tavırlarında bazı değişiklikler olduğunu hissediyordu. Peygamber, kendisine diğer hastalıklarında gösterdiği sevgi ve şefkati göstermiyordu. Odaya gelir ve tedavi edenlere, “Bugün hepiniz nasılsınız?” der; onu da diğerleri arasına katardı. Buna çok üzülen, fakat gururu nedeniyle şikâyet edemeyen Âişe (r.a.), annesinin evine gidip orada tedavi olmak için Peygamber (s.a.v)’den izin istedi. Peygamber, “Nasıl istersen” dedi.
Neler olduğunu Âişe şöyle anlatıyor: “Neler söylendiğinden habersiz bir şekilde annemin evine gittim ve yirmi gün içinde hastalığım geçti. Bir akşam Mistah’ın annesi ile dışarı çıktık - Onun annesi, babamın annesi ile kardeşti-. Yanımda yürürken: ‘Allah Mistah’ın cezasını versin’ diye bağırdı. Ben, ‘Allah aşkına ne diyorsun?’ dedim. ‘Bedir’de savaşmış olan bir muhâcir hakkında böyle konuşmak kötü bir şeydir’. O, ‘Ey Ebû Bekir’in kızı!’, dedi; ‘nasıl olur da haberler sana ulaşmaz?’ ‘Hangi haberler?’ dedim. Bana iftiracıların neler söylediklerini ve bunun nasıl halkın ağzında dolaştığını anlattı. ‘Bu nasıl olabilir?’ dedim. Onun cevabı şu oldu: ‘Gerçekten olan bu!’ Gözyaşları içinde eve döndüm. Gözyaşlarımın ciğerimi çatlattığını hisedene dek ağladım. Anneme, ‘Allah seni affetsin!’ dedim. ‘Herkes neler söylüyor da, sen bana bir tek kelime bile söylemiyorsun.’ Annem, ‘Kızım, bunu bu kadar ciddiye alma. Çünkü kendisini seven bir koca ile evlenen çok az güzel kadın vardır ki kumaları onun hakkında dedikodu çıkarmasın ve diğerleri de böyle şeyler söylemesin’ dedi. Bunun üzerine bütün gece uykusuz kaldım ve sürekli ağladım.”
Peygamber (s.a.v)’in hanımları arasında ne kadar kıskançlık olursa olsun, hanımların hepsi de takva sahibiydi ve hiçbiri bu iftiraya katılmadı. Aksine, hepsi Âişe’yi desteklediler ve hakkında iyi konuştular. Peygamber (s.a.v)’in ev halkına yakın olanlardan bu konuda en çok suçlu olan kimse, Zeyneb’in kızkardeşi Hanme -Peygamber’in kuzeni idi. O kızkardeşinin daha da gözde olmasını sağlamak için Âişe (r.a.) hakkındaki iftirayı yayanlar arasındaydı. Genelde herkes Zeyneb’in de buna yardımcı olduğunu düşünüyordu; fakat Âişe (r.a.) için, Zeyneb (r.a.) Peygamber (s.a.v)’in en gözde hanımlarından biriydi. Zeyneb, kardeşinin kendi adına yaydığı kötü şeylerden daha sonra da çok muzdarib oldu. Mistah’ın yanı sıra iftiraya katılanlardan biri de şair Hassan İbn Sâbit idi. Geri planda ise bu iftirayı başlatan İbn Übey ve diğer münafıklar yer alıyordu.
Peygamber (s.a.v) bu konuda bir vahiy gelmesini bekliyordu. Fakat hiçbir şey gelmeyince, hanımlarını ve yakın olan diğerlerini sorguya çekti. Hemen hemen Âişe ile aynı yaşta olan Üsâme, onu savundu ve, “Bu bir iftira. Biz onun hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyoruz” dedi. Annesi Ümmü Eymen (r.a.) de onu savundu. Hz. Ali ise şöyle dedi: “Allah seni sınırlamadı, ondan başka pek çok kadın var. Onun hizmetçisini sorguya çek, gerçeği ondan öğrenebilirsin.” Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) Bureyre’ye haber gönderdi ve “Ey Bureyre! Şimdiye kadar Âişe’de, ondan şüphelenmeni gerektirecek hiçbir hareket gördün mü?” diye sordu. Bureyre bu soruyu şöyle cevapladı: “Seni Hak’la gönderene yemin olsun ki, onun sadece iyiliğini biliyorum. Eğer aksi olsaydı Allah, Rasûlü’ne bunu bildirirdi. Âişe’de hiçbir kusur bulamam.. O daha küçük bir genç kız. Onda gördüğüm tek hata, her seferinde uyardığım halde, ben hamur yoğurduktan sonra ona hamuru beklemesini öğütlediğim halde, onun uyuyakalması ve küçük kuzusunun gelip hamuru yemesidir.”
Peygamber (s.a.v) Mescid’e gittiğinde minbere çıktı ve Allah’a hamdettikten sonra şöyle dedi: “Ey insanlar! Ailem hakkında doğru olmayan şeyleri söyleyerek beni inciten insanlar için ne dersiniz? Allah’a yemin olsun ki ben ailemde ve onların konuştuğu kişilerde iyilikten başka bir şey görmedim. Onlar, yanlarında ben olmaksızın evlerimden hiçbirine girmezler.” Peygamber (s.a.v) konuşmasını bitirir bitirmez, Üseyd ayağa kalktı ve “Ey Allah’ın Rasûlü! Eğer o dediklerin Evs’ten iseler, biz onlara hadlerini bildiririz; eğer onlar Hazrec kabilesinden kardeşlerimiz ise, bize emir ver de başlarını keselim” dedi. O sözünü bitirmeden, Sa’d İbn Ubâde (r.a.) ayağa kalkmıştı. Çünkü itfirayı ilk başlatanlar ve Hassan bin Sâbit (r.a.) Hazrec’tendiler. “Allah aşkına, yalan söylüyorsun” dedi, Sa’d. “Sen onları öldürmeyeceksin, öldürmezsin de. Onlar senin kabilenden olsaydı böyle konuşmazdın.” Üseyd, “Asıl yalan söyleyen sensin. Onları öldüreceğiz. Sen de münafıkların tarafını tutan bir münafıksın” dedi. İki kabile de ayaklanmış, birbirine girmek üzereydi. Fakat Peygamber (s.a.v) onlara sakin olmalarını söyledi ve minberden inerek onları teskîn edip evlerine gönderdi.
Eğer Âişe (r.a.), Peygamber (s.a.v)’in kendisini topluluk içinde minberden savunduğunu bilseydi, bu kadar üzülmezdi. Fakat o zaman için henüz bu konuda bir şey bilmiyordu. O sadece Peygamber (s.a.v)’in, etrafındakilere kendisi ile ilgili sorular sorduğunu biliyordu. Âişe, bunun Peygamber (s.a.v)’in kesin bir tutum ortaya koymaması anlamına geldiğini düşünüp üzülüyordu. Âişe (r.a.) O’ndan, kendi içindekileri okumasını beklemiyordu; çünkü o, Peygamber’e gayb haberlerinin Allah tarafından bildirildiğini biliyordu. O, “Ben sadece Allah’ın bana bildirdiklerini bilebilirim” derdi. O insanların düşüncelerini okumazdı. Fakat Âişe (r.a.), Peygamber’den ona karşı duyduğu bağlılığının, suçlandığı şeyi yapmasını imkânsız kılacak denli büyük olduğunu bilmesini bekliyordu.
Her ne olursa olsun, sadece O’nun, Âişe (r.a.) ve Safvân (r.a.)’ın masum olduğuna inanması yeterli değildi. Mesele çok ciddiydi ve onların suçsuz olduğunu tüm topluma ispat edecek bir delile ihtiyaç vardı. Bu konuda en az yardım eden de Âişe idi. Artık onun bu süregelen sessizliği sona ermeliydi. Onun söyleyeceği hiçbir şey bu meseleyi çözmeye yetmezdi. Fakat Kur’ân, nüzûlü sırasında sorulan sorulara cevap vereceğini vadediyordu. (Mâide: 105). Bu kez Peygamber (s.a.v), sadece vahiyle bir cevap gelsin diye birçok kişiye aynı soruları sormuştu. Fakat belki de bu sorunun, meseleyle en yakından ilgili olan kişiye sorulması gerekiyordu.
Âişe (r.a.), “Ben ailemle beraberdim” dedi. “İki gece ve bir gün boyunca sürekli ağlamıştım. Onlar benimle birlikte otururken ensârdan bir kadın bize katılmak için izin istedi. Ben girmesine izin verdim, o da oturdu ve benimle birlikte ağladı. Daha sonra Peygamber (s.a.v) gelip oturdu. İnsanlar benim hakkımda konuşmaya başladığından beri hiç benimle oturmamıştı. Olaydan bu yana bir ay geçmişti, semadan da hiçbir haber gelmiyordu. Allah’tan başka ilâh yoktur diye şehadet getirdikten sonra bana şöyle dedi: “Ey Âişe! Bana seninle ilgili şunları şunları söylediler. Eğer sen masumsan, Allah senin masum olduğunu açıklar. Eğer yasak olan şeyi yaptıysan Allah’tan bağışlanma dile ve tevbe et! Çünkü, kul eğer, hatasını itiraf edip tevbe ederse Allah ona merhamet eder.” O konuşmasını bitirdiğinde gözyaşlarım dinmişti. Babama, “Benim adıma Allah’ın Rasûlü’ne cevap ver” dedim. Babam, “Ne söyleyeceğimi bilmiyorum” dedi. Anneme sorduğumda, o da aynı şeyi söyledi. Ben ise daha küçük genç bir kızdım ve Kur’ân’dan ezberim çok değildi. Bu nedenle şöyle dedim: “İnsanların benim hakkımda söylediklerini duyduğunu ve onların senin kalbinde yerleşip, senin de onlara inandığını biliyorum. Eğer size masum olduğumu söylesem -ki Allah benim masum olduğumu biliyor- bana inanmayacaksınız. Fakat eğer Allah’ın masum olduğumu bildiği şeyi yaptığımı ikrar etsem bana inanırsınız.” Daha sonra Ya’kûb ismini hatırlamak için zihnimi yokladım, fakat hatırlayamadım. Bu nedenle şöyle dedim: Fakat ben Yûsuf’un babasının dediği gibi diyeceğim 
“Bundan sonra (bana düşen) güzel bir sabırdır. Sizin bu düzüp uydurduklarınıza karşı (kendisinden) yardım istenecek olan Allah’tır.” (Yûsuf: 18)
Sonra yatağıma gittim ve Allah’ın benim suçsuz olduğumu bildireceğini ümit ederek uzandım. Benim hakkımda vahiy inmesini beklemiyordum. Çünkü adım Kur’ân’da zikredilecek kadar değerli bir kimse olmadığımı düşünüyordum. Fakat Peygamber (s.a.v)’in rüyasında benim suçsuz olduğuma işaret eden bir şeyler görmesini bekliyordum.
O bizimle oturmaya devam etti ve bizler de yanında iken O’na vahiy geldi: Böyle zamanlarda kendisinde meydana gelen kasılma yine başlamıştı ve bir kış günü olmasına rağmen üstünden terler boşanıyordu. Bu baskıdan kurtulduğunda memnun bir sesle: “Ey Âişe! Allah’a hamdet, çünkü O, senin masum olduğunu açıkladı” dedi. Annem de bana, “Kalk ve Allah’ın Rasûlü’ne git” dedi. Ben, “Hayır Allah’a andolsun kalkıp ona gitmeyeceğim ve Allah’tan başka da kimseye hamdetmeyeceğim” dedim.[236]
İnen âyetler şunlardı:
“Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla (ifkle) gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur... O durumda siz onu (iftirayı) dillerinize aktardınız ve hakkında bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söylediniz ve bunu da kolay sandınız; oysa O Allah katında çok büyüktür. Onu işittiğiniz zaman, ‘Bu konuda söz söylemek bize yakışmaz. (Allah’ım) sen yücesin, bu büyük bir iftiradır’ demeniz gerekmez miydi? Eğer iman edenlerden iseniz bunun gibisine bir daha dönmemeniz için Allah size öğüt vermektedir.” (Nûr: 11, 15-17)
Yeni inen vahiy, zina sorununun aslını anlatıyor ve zina cezası ile birlikte şerefli kadınlara iftira atanların kırbaçlanması gerektiğini de bildiriyordu. İftirayı açıkça yayan ve suçlarını itiraf eden Mistah, Hassan ve Hamne’ye bu ceza uygulandı. Fakat çok sinsi olan münafıklar gizli kalmışlar ve bu meselede payları olduğunu itiraf etmemişlerdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) meseleyi takip etmekten vazgeçti ve onların cezasını Allah’ı bıraktı.
Ebû Bekir (r.a.), fakir olan Mistah’a bir miktar maaş bağlamıştı. Fakat onun suçlu olduğunu öğrenince, “Allah’a yemin olsun ki, Âişe hakkında söylediklerinde ve başımıza getirdiği beladan sonra artık Mistah’a para verip yardım edemem” dedi. Fakat bunun üzerine şu âyet nazil oldu:
“Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoş görsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Nûr: 22)
Ebû Bekir (r.a.), “Gerçekten Allah’ın beni bağışlamasını diliyorum” dedi. Sonra Mistah’a gidip, her zaman verdiği şeyleri verdi ve “Allah’a yemin olsun ki onu hiçbir zaman terk etmeyeceğim” dedi. Peygamber (s.a.v) de aynı şekilde belli bir zaman geçtikten sonra Hassan’a çok büyük cömertlik gösterdi. Mus’ab’ın ölümü üzerine dul kalan kuzeni Hamne’yi de Talha ile evlendirdi. Hamne (r.a.)’nin Talha (r.a.)’dan iki oğlu oldu.

65-KUREYŞ’İN YAŞADIĞI İKİLEM
Peygamber (s.a.v) ramazanı ve onu takip eden ayı Medîne’de geçirdi. O ayın sonlarına doğru bir gece rüyasında başı tıraşlı bir şekilde Kâ’be’ye girdiğini ve Kâ’be’nin anahtarını elinde tuttuğunu gördü. Ertesi gün rüyasını sahâbeye anlattı ve onları kendisi ile birlikte umre yapmaya davet etti. Bunun üzerine aceleyle yol hazırlıklarına girişildi. Kutsal mekânda kurban edilmek üzere yetmiş deve satın aldılar. Bu kurbanların etleri Mekke’deki fakirlere dağıtılacaktı. Peygamber (s.a.v) hanımlarından birini yanında götürmeye karar verdi. Kura çektiklerinde Ümmü Seleme (r.a.) çıktı. Umre yapanlar arasında, İkinci Akabe Biatı’nda da bulunan iki Hazrecli kadın, Nuseybe ve Ümmü Menin vardı.
Her adam avlanma amacıyla yanına birer kılıç aldı. Fakat tam yola çıkmak üzere iken Ömer (r.a.) ve Sa’d İbn Ubâde (r.a.) tamamen silahlanmayı önerdiler. Kureyş haram aya rağmen saldırabilir, dediler. Fakat Peygamber (s.a.v) bu öneriyi kabul etmedi ve “Ben silah taşımayacağım, hac yapmaktan başka bir şey için yola çıkmıyorum” dedi. İlk konaklarında, kurban edilecek develerin kendisine getirilmesini istedi. Bir tanesini seçip Mekke’ye döndürdü ve sağ böğrüne bir işaret koyarak deveyi nişanladı. Devenin boynuna da çelenk astı ve diğer develerin de aynı şekilde nişanlanmasını emretti. Daha sonra Huza’a’nın Kâ’b kolundan bir adamı, Kureyş’in tepkisini öğrenmek üzere gönderdi.
Peygamber (s.a.v)’in başı açıktı ve iki parça dikişsiz kumaştan yapılmış geleneksel hac kıyafetini (ihram) giymişti. İhramın bir parçası vücudun alt kısmını örtmek üzere bele dolanmış, diğer parçası da omuzlarına örtülmüştü. Peygamber (s.a.v)iki rekât namaz kılarak hac için hazırlandı. Namazın arkasından hacıların söyledikleri ‘Lebbeyk Lebbeyk’ kelimesini tekrarlamaya başladı. Bu “İşte sana geldim, emrindeyim Allah’ım” anlamına geliyordu. Çoğu kişi onun gibi yaptı. Fakat birkaç kişi biraz daha ileride ihrama girmeyi tercih etti. Çünkü ihrama girmek, avlanma ile ilgili birtakım yasakları da beraberinde getiriyordu.
Kureyşliler, Medîne’den hacıların yola çıktığı haberini alınca, Peygamber (s.a.v)’in önceden tahmin ettiği gibi kuşkuya kapıldılar ve hemen meclisi topladılar. Şimdiye kadar hiç böyle ciddi bir ikilem yaşamamışlardı. Eğer mescidin koruyucuları olarak, bine yakın Arap hacının yolunu keserlerse, kendi büyüklerinin dayandığı kanunlara aykırı düşeceklerdi. Diğer taraftan eğer düşmanlarının Mekke’ye barış ve rahatlık içinde girmesine izin verirlerse, bu Muhammed (s.a.v) için büyük bir moral zaferi olacaktı. Bu haberler tüm Arabistan’a yayılacak ve tüm ağızlarda tekrarlanacaktı. Aynı zamanda bu, bir önceki başarısız Medîne seferlerinin üstüne tuz biber olacaktı. Belki de en kötüsü, bu hacıların eski hac geleneğini devam ettirmeleri, onların İbrahim dinine bağlı olduklarını açığa çıkararak daha çok kişinin sempatisini kazanmalarını sağlayacaktı. Her şey gözden geçirildiğinde, onları Mekke’ye sokmamaları gerektiği kararına vardılar. “Aramızda bir tek kişi canlı kaldığı sürece, Tanrı’ya andolsun, onlar giremeyecekler” dediler. Hacılar, Usfan’a ulaştığında, önceden gönderilen küçük grup, Mekkelilerin Hâlid’i iki yüz atlı ile onların yaklaşmasını önlemek üzere gönderdikleri haberiyle geldi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) kendilerini başka bir yoldan götürecek bir rehber aradı. Eslem’li bir adam bu görevi üstlendi ve onları sahile doğru yöneltti. Hudeybiye’ye giden geçide ulaşıncaya kadar aşılması zor ve dar bir yoldan ilerlediler. Hudeybiye, Haram bölgenin hemen kenarında, Mekke’nin aşağısında açık bir araziydi. Rehberleri onları Hâlid’in gözünden kaçırmayı başarmıştı. Fakat yürürlerken o kadar çok toz kaldırmışlardı ki Hâlid onları fark etti ve Kureyşlilere onların yaklaştığı haberini vermek üzere Mekke’ye döndü.
Peygamber (s.a.v) hac için en gözde devesi olan Kesva’yı seçmişti. Deve geçidin sonuna geldiklerinde yere çöktü. Birçok kişinin ‘Hal! Hal!’ sesleri kayalarda yankılandı. Deveyi yerden kaldırmak için böyle derlerdi. Fakat tüm seslere rağmen deve yerde çakılmış gibi duruyordu. “Kesva inatçı” dediler. Fakat Peygamber (s.a.v) bunun şimdilik Hudeybiye’den öteye gitmemeleri gerektiğini gösteren bir işaret olduğunu biliyordu. “O inatçı değil” dedi, “Bu, onun tabiatı değildir. Fakat fili engelleyen güç onu da engelledi”. Kureyş’i kastederek şunları ekledi: “Bugün benden Allah’ın hududlarına uygun her ne isterlerse onlara vereceğim.”[237] Daha sonra Kesva’ya bir şeyler söyledi; deve hemen ayağa kalktı ve onu diğer hacılarla birlikte Hudeybiye’ye kadar götürdü. Peygamber (s.a.v) orada kamp kurma emrini verdi. Fakat kamp kurdukları yerde hemen hemen hiç su yoktu. Sadece bir iki çukurda birikmiş su vardı ve adamlar susuzluktan şikâyet ediyorlardı. Peygamber (s.a.v) kurban develerini gözeten Eslem’li Naciye’yi yanına çağırdı ve O’ndan bulabildiği kadar suyu kovaya doldurup kendisine getirmesini istedi. Naciye, suyu getirdiğinde Peygamber (s.a.v) abdest aldı ve bir miktar suyu ağzına alıp tekrar kovanın içine boşalttı. Daha sonra sadağından bir ok aldı ve, “Bu suyu al ve o çukura boşalt; daha sonra bu okla karıştır” dedi Naciye onun emrettiği gibi yaptı ve oku suya daldırır daldırmaz temiz ve taze bir su o kadar hızlı ve çok olarak fışkırdı ki, kendisini zor geri attı. Hacılar çukurun başında toplandılar, bütün hayvanlar ve insanlar kana kana içtiler.
Hacıların arasında İbn Übey dâhil birkaç münafık vardı. İbn Übey su içerken, kabilesinden bir adam ona şöyle dedi: “Ey Hubab’ın babası! Sana yazıklar olsun, kendinin nerede olduğunu hâlâ farketmeyecek misin? Bundan daha fazla ne bekliyorsun?” İbn Übey, “Daha önce bunun aynısını gördüm” dedi. Bunun üzerine adam onu tehdit edercesine konuştu. İbn Übey de oğlu ile birlikte Peygamber (s.a.v)’e gitti ve meseleyi anlatıp, kendisinin yanlış anlaşıldığını söylemek istedi. Fakat daha o konuşmaya başlamadan Peygamber (s.a.v) ona: “Bugün gördüğün şeyin aynısını daha önce nerede gördün?” diye sordu. O, “buna benzer hiçbir şey görmedim” cevabını verdi. Peygamber (s.a.v), “Peki o zaman niçin o lafları söyledin?” dedi. İbn Übey, “Allah’tan beni bağışlamasını diliyorum” dedi. Oğlu, “Ey Allah’ın Rasûlü! Onun için bağışlanma dile” dedi. Peygamber (s.a.v) de onun için dua etti.”[238]
Susuzluklarını giderdikten sonra, hacılar bedevî reislerinden birinin hediye ettiği bir deve ile bir koyun sayesinde karınlarını doyurdular. Bu bedevî kabilesi, bir zamanlar Mescid’in koruyuculuğunu yapmış olan ve Eslem, Kâ’b ve Müstalık boylarını içeren Benî Huza’a idi. Bunların hepsi şimdi Peygamber (s.a.v)’e iyi davranıyorlardı. Çünkü Müslüman olmayanlar için bile bu ittifakta politik bir avantaj vardı. Bu ittifak sayesinde Kureyş’le anlaşmalı olan en büyük düşmanları Benî Bekr’e karşı denge sağlamış oluyorlardı. Bu durum kısa bir süre sonra çok önemli olaylara sebep olacaktı. Fakat şimdilik Huza’a ve Bekr arasında savaş yoktu ve Kureyşliler, şüphelenmelerine rağmen Huza’a’ya hoşgörü gösteriyorlardı. Huza’a’nın ileri gelenlerinden Budeyl İbn Verka, hacıların Hudeybiye’de kamp kurdukları haberi geldiğinde Mekke’de idi. Daha sonra Peygamber’e (s.a.v) gelmiş ve ona Kureyş’in tutumu hakkında bilgi vermişti. “Son adamları da ölünceye kadar sizinle Kâ’be arasındaki yolu kapalı tutmaya yemin ediyorlar” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), “Biz buraya savaşmak için gelmedik; sadece Beyt’i tavaf etmek için geldik. Yolumuza çıkanla savaşırız; fakat ben onlara, isterlerse, tedbirlerini almaları ve yolu açmaları için süre tanıyorum” dedi.
Budeyl ve yanındaki arkadaşları Mekke’ye döndüler. Kureyşliler onları asık suratla karşıladılar. Onlar Muhammed (s.a.v)’in neler söylediğini bildirmek istediklerinde, Ebû Cehil’in oğlu İkrime onları duymak istemediklerini söyledi. Bunun üzerine Sakîfli müttefiklerinden biri olan Urve -onun annesi bir Mekkeli idi- bu tutumun çok saçma olduğunu söyledi. Safvân da Budeyl’e, “Gördüklerini ve duyduklarını bize anlat” dedi. Budeyl onlara hacıların niyetlerinin barışçı olduğunu ve Peygamber’in (s.a.v) kendilerinin gelişine kadar Kureyşlilere hazırlanma süresi verdiğini haber verdi. Daha sonra Urve, “Budeyl size hiç kimsenin reddedemeyeceği güzel bir teklif getirdi. Bunu kabul edin. İzin verin doğrudan Muhamed (s.a.v)’e gidip bunu tasdikleteyim; onun yanına gider ve etrafındakleri gözlerim. Size haber getiren bir elçi olurum.” dedi.
Kureyşliler onun teklifini kabul ettiler. Fakat daha önceden, tüm bedevî müttefiklerine kumanda eden Ehâbiş diye tanınan bir adamı elçi olarak göndermişlerdi. Bu adam, Kinâne kabilesinin Beni’l-Hâris kolundan Huleys idi. Uhud’da cesedlere yapılan işkenceler nedeniyle Ebû Süfyân’ı azarlayan da Huleys idi. Peygamber (s.a.v) onun yaklaştığını görünce, ya onun davranışlarından ya da daha önce onun hakkında duyduklarından, onun merhametli bir adam olduğunu ve kutsal şeylere çok önem verdiğini anladı. Bu nedenle nişanlanan kurban develerinin onu karşılamak üzere ileri sürülmesini emretti. Kurban nişanları ve boyunlarındaki süsleri ile yetmiş devenin geldiğini gören Huleys, bundan o kadar etkilendi ki Peygamber (s.a.v)’le konuşmaksızın doğruca Kureyşlilere gitti ve hacıların niyetlerinin tamamen barışçı olduğunu söyledi. Mekkeliler biraz ileri giderek onun sadece bir çöl adamı olduğunu ve bu meselenin aslını anlayamayacağını söylediler. Bu büyük bir taktik hatasıydı. Bunu anladıklarında ise çok geç kalmışlardı. Huleys, “Ey Kureyşliler!”, dedi sertçe; “biz sizinle müttefik olmadık ve bunun için anlaşma yapmadık; Allah’ın evine gelen birine nasıl engel olursunuz? Nefsimi kudret elinde tutana yemin olsun ki ya Muhammed’in yapacağı şeye izin verirsiniz, ya da ben bütün Ehâbiş’leri geri çekerim” dedi. Onlar, “Ortak bir noktaya varıncaya kadar bizi bekle” dediler.
O sırada Sakif’li Urve, hacıların kampına varmış ve Peygamber’le konuşmaya başlamıştı. Sanki kendisiyle eşit konumdaymış gibi karşısına oturmuştu ve ona hitap ettiğinde onun sakalını tutuyordu. Fakat muhâcirlerden biri olan Muğîre (r.a.), onların yanında ayakta duruyordu. Urve Peygamber (s.a.v)’in sakalını tutunca, kılıcının yassı ucuyla onun eline vurdu. Bir iki dakika sonra Urve yine Peygamber (s.a.v)’in sakalını tutunca, eline daha şiddetli bir darbe indirdi ve “Henüz elin senin iken, elini Allah’ın Rasûlü’nün sakalından çek” dedi. Urve, bundan sonra Peygamber (s.a.v)’e fazla yakın olmaktan kaçındı. Fakat onunla konuştuktan sonra saatlerce kampta kaldı. Kureyşlilere onların elçisi olduğu kadar casusu da olmaya söz vermişti. Bu nedenle kampta gördüğü her şeyi not etti. Ancak onu en çok, burada görmek için gelmediği ve hiçbir yerde rastlamadığı şeyleri görmek etkiledi. Mekke’ye döndüğünde Kureyşlilere şöyle dedi: “Ey insanlar! Ben birçok krala -Kisra’ya, Kayser’e ve Necâşî’ye- elçi olarak gönderildim. Hiçbir tebanın kralına, Muhamed (s.a.v)’in ashâbının ona gösterdiği saygı kadar saygı gösterdiğini görmedim. O bir şey emretse, ağzından çıkar çıkmaz hemen yapıyorlar, o abdest alsa, abdest suyunu almak için yarış ediyorlar; o konuştuğunda hiç sesleri çıkmıyor; onun yüzüne dimdik bakmıyorlar, ona göstedikleri saygıdan gözlerini yere indiriyorlar. O size iyi bir teklif yaptı. O halde bu teklifi kabul edin.”
Urve daha kampta iken Peygamber (s.a.v) Kâ’b kabilesinden Hiras adındaki bir adamı deveye bindirip Kureyş’e elçi olarak göndermişti. Hiras oraya vardığında İkrime onun devesinin bacaklarını kesti. Fakat Huleys ve adamları araya girerek elçinin hayatını kurtardılar ve adamı Peygamber (s.a.v)’e geri gönderdiler. Döndüğünde Hirâs: “Ey Allah’ın Rasûlü, benden daha iyi himayesi olan bir adamı gönder” dedi. Peygamber (s.a.v) Ömer (r.a.)’i çağırdı. Fakat Ömer, Kureyşlilerin onun kendilerine ne denli düşman olduğunu bildiklerini ve kabilesi Benî Adiy’in kendisini koruyacak kadar güçlü olmadığını söyledi. “Fakat” dedi Ömer, “Mekke’de benden daha güçlü, akraba yönünden zengin ve benden daha iyi bir himayeye sahip olan bir adam gösterebilirim: Osman İbn Affân (r.a.).” Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), Osman İbn Affân’ı Mekke’ye gönderdi. Abdu Şems’li akrabaları ve diğerleri ona iyi davrandılar.
Hudeybiye’dekilerin hiçbirini Kâ’be’ye yaklaştırmayacaklarını söylemelerine rağmen, onu Kâ’be’de tavaf etmeye davet ettiler. Fakat Osman (r.a.) bunu reddetti. Kureyşliler İbn Übey’e de aynı imtiyazı teklif eden bir haber gönderdiler. Fakat İbn Übey, “Allah’ın Rasûlü tavaf etmedikçe Beyt’i tavaf etmem” cevabını verdi. Peygamber (s.a.v) bunu duydu ve çok sevindi.

66-APAÇIK BİR ZAFER
Osman (r.a.) Mekke’de iken Peygamber (s.a.v)’e vahiy aldığı zamanlara benzer bir hal geldi. Sahâbeden birine emirler verdi, bunun üzerine sahâbe kampın tümünü şunları söyleyerek dolaşt: “Ruh, Allah’ın Rasûlü’ne geldi ve bağlılık yemini almayı emretti. Allah adına biat etmek için gidin.”[240] O sırada Peygamber (s.a.v) bahar nedeniyle yaprakları yeşermiş olan bir akasya ağacının altında yerini aldı. Ashâb teker teker gelip ona biat etti. Peygamber’e (s.a.v) ilk ulaşan kişi, Cahş ailesiyle aynı kabileden olan yani Benî Esed İbn Huzeyme’li Sinan oldu. Kampta yapılan çağrı, ne üzerine biat edileceği konusunda bir bilgi vermiyordu. Bu nedenle Sinan, “Sana, senin nefsinde olan şey üzerine biat ediyorum” dedi. Diğerleri de aynı şekilde biat ettiler. Daha sonra Peygamber (s.a.v), “Osman’ın yerine ben biat edeceğim” dedi ve sol elini damadının eli gibi kabul edip sağ eli üstüne koyarak biat etti. Orada bulunanlar sadece bir kişi çağrıya cevap vermedi. Bu da devesinin arkasına saklanan, fakat gözden kaçmayan, münafıklardan Cedd ibn Kays idi.
Kureyşliler Süheyl’i bir anlaşma imzalamak üzere gönderdiler. Onunla birlikte aynı kabileden olan Nikraz ve Huveytib de geldiler. Peygamber (s.a.v)’le tartıştılar. Sahâbe dışarıdan onların seslerini yükselip alçalmasını dinleyerek, anlaşıp anlaşmadıklarını anlamaya çalışıyordu. Sonunda bir anlaşmaya vardılar. O zaman Peygamber (s.a.v) Ali’ye “Bismillâh er-Rahmân er-Rahîm (Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla)” diye başlayarak anlaşma metnini yazmasını söyledi. Fakat Süheyl karşı çıktı ve “Rahmân’ın ne olduğunu ben bilmiyorum; eğer yazacaksan Bismik Allahümme (Allah’ım, senin adınla) yaz” dedi. Sahâbeden bazıları, “Allah’a andolsun Bismillah er-Rahmân er-Rahîm’den başka bir şey yazmayız” diye bağırdı. Fakat Peygamber (s.a.v) onları duymazdan geldi ve: “Bismik Allahümme” yaz dedi. Sonra yazdırmaya devam ederek “Bunlar Allah’ın Rasûlü Muhammed ile Amr’ın oğlu Süheyl arasında imzalanan anlaşma maddeleridir” dedi. Fakat Süheyl yine karşı çıktı. “Eğer senin Allah’ın Rasûlü olduğunu kabuletseydik, senin Kâ’be’ye girmeni engellemezdik ve seninle savaşmazdık. Bu nedenle Abdullah’ın oğlu Muhammed yaz” dedi. Ali (r.a.), “Allah’ın Rasûlü” ibaresini henüz yazmıştı. Peygamber (s.a.v) ondan bu kelimeleri silmesini istedi. Fakat Ali (r.a.) bunu yapamayacağını söyledi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) ona kendi parmaklarını bu kelimeler üstüne koymasını söyledi ve bu kelimeleri kendi eliyle sildi. Daha sonra onların yerine “Abdullah’ın oğlu” sözünü yazdırdı.
Metin şöyle devam ediyordu: “Onlar on yıl boyunca savaş yükünü kaldırdılar. Bu süre içinde insanlar güvenlikte olacak ve birbirlerine saldırmayacaklar. Şu şartla ki, velîsinin izni olmadan Kureyş’ten Muhammed (s.a.v)’e gelen kişiyi, Muhammed (s.a.v) geri gönderecek; fakat Muhammed (s.a.v)’le birlikte olanlardan biri Kureyş’e sığınırsa, o geri gönderilmeyecek. İhanet ve kaçamak yapılmayacak. Kim Muhammed’in tarafına geçmek isterse geçebilir, kim de Kureyş’in tarafına geçmek isterse geçebilir.” O sırada kampta hacıları ziyaret etmek için gelmiş olan Huzaa’lı birkaç lider vardı. Bekr kabilesinin bir iki temsilcisi de Süheyl ile gelmişlerdi. Anlaşma metnine bu cümleler yazdırılınca Huzaa’lılar ayağa kalkıp “Anlaşmasında biz Muhammed (s.a.v)’le birlikteyiz” dediler. Bunun üzerine Bekr’in adamları, “Biz de anlaşma ve taraflarında Kureyş ile beraberiz.” Hemen sonra bu anlaşmayı iki kabilenin de reisleri imzaladı. Anlaşma şu cümlelerle bitiyordu: “Sen, Muhammed! Bu yıl bizden ayrılacaksın ve biz orada bulunduğumuz sürece Mekke’ye girmeyeceksin. Fakat gelecek yıl biz Mekke’den çıkacağız ve sen arkadaşlarınla gireceksin. Orada üç gün kalacaksınız; yolcu silahlarından başka silah taşımayacaksınız ve kılıçlarınız kınında olacak.”
Peygamber (s.a.v)’in vahye yakın bir rüya görüp arkadaşlarından biat alması, arkadaşlarını bu seferin başarılı olduğu düşüncesine götürdü. Fakat anlaşma maddelerini duyduklarında ve haram bölgeye bu kadar yaklaştıktan sonra bir şey elde edemeden geri döneceklerinin farkına vardıklarında, buna dayanamayacaklarını hissettiler. Ama daha da kötüsü geliyordu; onlar ölüm sessizliği içinde otururken zincir sesleri duyuldu ve kampa ayakları zincirli genç bir adam girdi. Bu Süheyl’in küçük oğullarından biri olan Ebû Cendel idi. Babası onu Müslüman olduğu ve Medîne’ye kaçmasından korktuğu için hapsetmişti. Ebû Cendel’in ağabeyi Abdullah hacılar arasındaydı ve kardeşini karşılamak üzereydi. Fakat o sırada Süheyl mahpusun boynuna takılı olan zinciri tuttu ve sertçe suratına vurdu. Daha sonra Peygamber’e döndü ve “Bu adam gelmeden önce anlaşma imzalanmıştı.” dedi. Peygamber (sav), “Evet, doğru” dedi. Süheyl: “O halde onu bize iade et.” dedi. O sırada Ebû Cendel sesinin çıktığı kadar: “Ey Müslümanlar!”, diye bağırdı, “bana dinimden ötürü işkence yapacak olan putperestlere mi döndürülmeliyim?” Peygamber (s.a.v) Süheyl’i kenara çekti ve onu serbest bırakmasını rica etti. Fakat Süheyl, bu öneriyi kabul etmedi.Yanındaki elçiler, Mikraz ve Huveytib, o zamana kadar sessiz kalmışlardı. Fakat bu meselenin anlaşmaya kötü bir başlangıç olacağını sezdiklerinden olaya müdahale ettiler. “Ey Muhammed! Senin yerine onun korumasını üzerimize alıyoruz” dediler. Bu, Ebû Cendel’in babasından ayrılıp onların yanında yaşayabileceği anlamına geliyordu. Mikraz ve Huveytib sözlerinde durarak Ebû Cendel (r.a.)’i yanlarına aldılar. Peygamber (s.a.v), “Sabırlı ol, Ebû Cendel! Allah muhakkak sana ve seninle birlikte olanlara bir yol ve kurtuluş gösterecektir. Biz bu insanlarla bir anlaşma imzaladık ve onlara söz verdik. Onlar da bize söz verdiler. Şimdi sözümüzden dönemeyiz” dedi.
İş bu noktaya gelince Ömer, (r.a.) kendisini tutamadı. Ayağa kalkarak Peygamber (s.a.v)’e gitti ve “Sen Allah’ın Peygamberi değil misin?” dedi. Peygamber (s.a.v), “Evet” dedi. Ömer, “O halde neden dinimizin şerefini bu kadar düşürüyoruz?” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), “Ben Allah’ın Rasûlüyüm ve Ona karşı gelemem. O bana zafer verecek” dedi. Ömer, “Fakat sen bize Kâ’be’ye gidip onu tavaf edeceğimizi söylememiş miydin?” diye ısrar etti. “Evet, öyle” dedi. Peygamber (s.a.v), “Fakat ben size bu yıl gideceğimizi söylemiş miydim?” Ömer, böyle bir söz vermediğini söyledi. “Muhakkak Kâ’beye gideceksiniz” dedi. Peygamber (s.a.v), “Ve onu tavaf edeceksiniz.” Fakat Ömer (r.a.) hâlâ inatçılıkta ısrar ediyordu. Duygularını anlatmak üzere Ebû Bekir (r.a.)’e gitti. Ona da Peygamber (s.a.v)’e sorduğu soruların aynılarını sordu. Fakat Ebû Bekir Peygamber (s.a.v)’in cevaplarını duymamış olmasına rağmen, her soruya aynı cevapları verdi. Ebû Bekir (r.a.) sonunda, “Git ve onun özengisine yapış, çünkü o doğru söylüyor” dedi. Bu sözler, söz konusu olumsuz duyguları tamamen ortadan kaldırmamasına rağmen, Ömer’i etkiledi. Bu nedenle daha ileri gitmedi ve Peygamber (s.a.v) ona anlaşmayı imzalamasını söylediğinde sessizce imzaladı. Peygamber (s.a.v) Süheyl’in oğlu Abdullah’a da anlaşmayı imzalamasını söyledi. Antlaşmada imzası olan diğer Müslümanlar Ali, Ebû Bekir, Abdurrahman İbn Avf ve Mahmud ibn Mesleme idi.
Kampı kaplayan genel üzüntü biraz geçmiş gibiydi. Fakat Süheyl ve yanındakiler Ebû Cendel(r.a.)’i de beraberinde götürerek kampı terk ettiklerinde insanların duyguları tekrar galeyana geldi. Peygamber (s.a.v) anlaşmayı imzalayanlarla birlikte biraz ötede oturuyordu. Onların yanından ayrılıp hacıların çoğunlukta olduğu yere doğru ilerledi.”Kalkın ve kurbanlarınızı kesin” dedi, “Ve başlarınızı tıraş edin”. Hiç kimse yerinden kımıldamadı. Peygamber (s.a.v) sözlerini ikinci ve üçüncü defa tekrarladı; fakat oradakilerde hiçbir hareket yoktu. Şaşkın bir halde ona bakıyorlardı. Bunu ona karşı geldikleri için yapmıyorlardı. Fakat olaylar beklentilerinin tersine geliştiği ve şimdi de normalde doğru olmayan bir şey kendilerine emredildiği için çok şaşırmışlardı. Çünkü İbrahim’in geleneğine göre kurbanlar haram bölgede kesilmeliydi. Aynı şey başı tıraş etmek için de geçerliydi. Yine de bu itaatsizlik Peygamber’i çok üzmüştü. Peygamber (s.a.v) çadırına girdi ve Ümmü Seleme’ye olanları anlattı. O, “Git ve hiçbir şey söylemeden kurbanını kes” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) nişanladığı devesini kurban etti. Kurbanı kestiği sırada adamların duyabileceği bir sesle, “Bismillah, Allahu Ekber” dedi. Bu sözleri duyunca hacılar hep birden ayağa kalktılar ve kurbanlarını kesmede neredeyse yarış ettiler. Emre uymak için birbirlerini itiştiriyorlardı. “Peygamber (s.a.v) Hiras’ı -Osman’dan önce Mekke’ye elçi olarak gönderdiği Huza’a’lı adam- başını tıraş etmesi için çağırdığında, arkadaşları hemen birbirlerinin başını tıraş etmeye başladılar. Ümmü Seleme (r.a.) daha sonraki yıllarda, “O denli hızlı tıraş ediyorlardı ki birbirlerini yaralamalarından korktum” derdi. Fakat bazıları sadece saçlarının ucunu kestiler. Çünkü tıraş yerine bunun da geçerli olduğunu biliyorlardı. O sırada Peygamber (s.a.v) Hiras’la birlikte çadıra girdi. Bu görevi yerine getirdikten sonra başı tıraşlı bir halde çadırın önüne çıktı ve “Allah başlarını tıraş edenlere merhamet etsin!” dedi. Bunun üzerine saçlarını kesenler, “Ey Allah’ın Rasûlü, saçlarını kesenlere de!” diye karşı çıktılar. Fakat Peygamber (s.a.v) yine ilk söylediğini tekrarladı. Bunu protesto eden sesler yükseldi. Bir kez daha aynı şeyi tekrarlayıp, protesto sesleri yükseldikten sonra “Ve saçlarını kesenlere de!” dedi. Daha sonraları neden sadece başlarını tıraş edenler için dua ettiği sorulduğunda, “Çünkü onlar hiç tereddüt etmediler” cevabını verdi.
Peygamber (s.a.v) çadırına dönüp yerden kesilmiş siyah saçlarını aldı ve yakındaki ağaca doğru fırlattı. Bunun üzerine adamlar saçlardan biraz alabilmek için ağacın etrafına üşüştüler. Nuseybe (r.a.) de erkeklerden geri kalmadı ve ağacın yanına yaklaşıp bir-iki perçem aldı. Bu saçları öldüğü güne kadar kıymetli bir hazine gibi sakladı.
Kampın zemini tıraş olan hacıların saçlarıyla kaplanmıştı. Fakat kampta birdenbire bir rüzgâr çıktı ve saçları kaldırıp Mekke’ye doğru uçurdu. Bunu, Allah’ın hac ibadetlerini kabul ettiğine bir işaret sayan hacılar çok sevindiler. İşte o zaman Peygamber (s.a.v)’in neden kurbanlarını kesmelerini söylediğini anladılar.
Medîne’ye doğru yola çıktıklarında Ömer (r.a.)’in vicdanı kendini rahatsız etmeye başlamıştı. Peygamber’le konuşmak isteyerek ona doğru yaklaştığında Peygamber (s.a.v)’in yüzündeki uzak ve soğuk ifadeyi gördüğü zaman sıkıntısı daha da arttı. Ömer (r.a.) ileriye doğru hızla atını sürerek, “Ey Ömer, bırak da annen senin için matem tutsun” dedi. Daha sonraları Peygamber (s.a.v)’e karşı çıktığı için kendisi hakkında bir vahiy inmesinden korktuğunu anlatırdı. Arkasından bir atlı yaklaşıp, kendisini Peygamber’in çağırdığını söyleyince korkusu daha da arttı. Fakat Peygamber’in yüzündeki sevinçli ifadeyi görür görmez korkuları kayboldu. Peygamber (s.a.v), “Bana güneşin altındaki her şeyden daha değerli olan bir sûre nazil oldu” dedi.
Yeni gelen vahiy, henüz dönmekte oldukları bu seferin bir zafer olduğu konusundaki şüpheleri dağıtıyordu. Çünkü sûre:
“Hiç şüphesiz biz sana apaçık bir fetih olarak (zafer yolunu tıkayan bütün engelleri ve kapıları) fethettik.” (Fetih: 1) kelimeleriyle başlıyordu. Vahiy aynı zamanda ağacın altında
Peygamber (s.a.v)’e yapılan biattan da bahsediyordu:
“Andolsun, Allah sana o ağacın altında biat ederlerken mü’minlerden razı olmuştur. Kalblerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine ‘güven duygusu ve huzur’ indirmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap (karşılığı) olarak verilmiştir.” (Fetih 18)
Bu biatı edenlere Allah’ın Rızası, yani Rıdvân vadediliyordu. Bu nedenle bu sözleşmeye “Biatü’r-Rıdvân” denilir. Başka bir âyette de güven duygusu ve huzurun, yani Sekine’ nin indirilişinden bahsediliyordu:
“Mü’minlerin kalblerine, imanlarına iman katıp arttırsınlar diye ‘güven duygusu ve huzur’ indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Bütün bunlar) mü’min erkekleri ve mü’min kadınları içinde ebedî kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokması ve onların kötülüklerini örtüp, bağışlaması içindir. İşte bu, Allah katında büyük kurtuluş ve mutluluktur.” (Fetih: 4-5)
Seferi durduran Peygamber (s.a.v)’in rüyasına da Kur’ân’da şöyle değiniliyordu.
“Andolsun, Allah Rasulü’nün gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse, mutlaka siz, Mescid-i Haram’a güven içinde, saçlarınızı tıraş ettirmiş (kiminiz de ) kısaltmış olarak (ve) korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğinizi bildi, böylece de bundan önce size yakın bir fetih (nasib ) kıldı.” (Fetih: 27)
Linklerin Gorulmesine Izin Verilmiyor. Kayit ol ya da Giris Yap
 

hakansen967

  • Vip Üye
  • *****
  • İleti: 3625
  • Etkinlik:
    4.8%
  • Tesekkur Edildi: 870 kez
  • Rep Puanı: 574
  • Cinsiyet: Bay
    • ilahisözleri.net
Ynt: Mustafa Demirci - Hz.Muhammedin S.A.V Hayatı 16.cd
« Yanıtla #31 : 20 Aralık 2022, 22:16:40 »
67-HUDEYBİYE’DEN SONRA
Benî Sakif’li Ebû Basîr, annesi Taif’ten göçüp Benî Zühre’nin müttefikleri olarak Mekke’ye yerleşmiş olan genç bir adamdı. Ebû Basîr (r.a.) Müslüman olmuş ve ailesi de onu hapsetmişti. Fakat o yürüyerek Medîne’ye kaçmayı başarmış ve Peygamber (s.a.v) Hudeybiye’den döndükten kısa bir süre sonra Medîne’ye ulaşmıştı. Onun arkasından, kaçağın kendisine teslim edilmesini isteyen bir Kureyşli elçi geldi. Peygamber (s.a.v) Ebû Basîr (r.a.)’e de Ebû Cendel (r.a.)’e söylediklerinin aynısını söyledi. Ve anlaşmaya uyarak kendisini elçiye teslim etmek zorunda olduğunu belirtti. Ömer ve diğer sahâbe şimdi anlaşma maddelerine biraz razı olmuş görünüyorlardı. Bu nedenle Kureyş’in adamı ve yanındaki azadlı köle Ebû Basîr’i götürürken, orada bulunan ensar ve muhâcirler hep bir ağızdan, “İyi şanslar! Allah muhakkak sana bir çıkış yolu gösterecek” dediler.
Onların bu ümitleri, beklediklerinden daha kısa bir sürede gerçekleşti. Ebû Basîr gençliğine rağmen çok güçlü bir adamdı ve ilk konakta elçinin kılıcını alıp onu öldürmeyi başardı. Bunun üzerine azadlı köle -İsmi Kevser- doğruca Medîne’ye kaçtı. Karşı konulmaksızın Mescid’e girdi ve kendini Rasûlullah’ın ayaklarına attı. O yaklaştığında Peygamber (s.a.v), “Bu adam çok korkunç bir şey görmüş” dedi. Kevser, hemen arkadaşının öldürüldüğünü ve kendisinin de ölümden kurtulduğunu anlattı. O sırada Ebû Basîr elinde kılıcıyla göründü. “Ey Allah’ın Peygamberi!” dedi, “Sen görevini yaptın. Beni onlara gönderdin. Allah da beni serbest bıraktı.” Peygamber (s.a.v) “Annesine yazık!” dedi. “Savaş için ne güzel bir meşale. Keşke onun yanında başkaları da olsaydı!” Kureyş onun için başka elçiler gönderirse, bir önceki sefer olduğu gibi yine onu teslim etmek zorundaydı. Ancak böyle bir düşünce Ebû Basîr (r.a.)’in kafasından uzaktı. O öldürdüğü adamın silahlarının, zırhının ve devesinin ganimet olduğunu ve kanuna uygun olarak beşe bölünüp paylaştırılması gerektiğini düşünüyordu. “Eğer böyle yaparsam” dedi, Peygamber (s.a.v): “Onlar beni yeminime uymamakla suçlarlar. Daha sonra çok korkan Mekkeli azadlı köleye döndü ve “Arkadaşından alınan mallar senin kontrolündedir. Bu adamı da seni gönderen adamlara götür” dedi. Bunu duyan Kevser sarardı ve “Ey Muhammed! Ben hayatıma değer veririm. Benim gücüm onun için yeterli değil ve ben iki kişinin yerini tutamam” dedi. Müslümanlar görevlerini yapmışlar, fakat Mekke’nin temsilcisi mahkumu götürmek istememişti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) Ebû Basîr’e döndü ve “Nereye istersen git” dedi.
Ebû Basîr: “Keşke onun yanında başkaları da olsaydı” sözleri kulaklarında çınlayarak Kızıl Deniz sahillerine doğru gitti. Bu sözlerdeki emir ve tavsiye niteliğini anlayan tek kişi o değildi. Ömer (r.a.) de bunu anlamış ve Mekke’deki diğer Müslümanlar’a Peygamber (s.a.v)’in bu sözlerini ve Ebû Basîr’in nerede olduğu haberini ulaştırmıştı. Onun nerede olduğunu Medîne’ye gelen dost sahil kabilelerin birinden haber almıştı. Sühely’in oğlu Ebû Cendel (r.a.), yeni koruyucuları tarafından artık sıkı bir şekilde kontrol edilmiyordu. Bir de tüm Mekke’de Müslüman gençlere edilen dikkat konusunda genel bir yumuşama görülüyordu. Çünkü Muhammed (s.a.v) onlar Medîne’ye kaçarsa sözünde durup onları geri göndereceğini göstermişti. Bu gevşemeden yararlanan Ebû Cendel ve diğer gençler bir yolunu bulup Ebû Basîr’in yanına kaçtılar. Bunların arasında Hâlid’in kardeşi Velîd de vardı. Ebû Basîr onlarla birlikte Mekke’den Suriye’ye giden kervan yolu üzerindeki stratejik bir noktaya kamp kurdu. Onlar Ebû Basîr (r.a.)’i lider olarak kabul ediyorlardı. Namazları o kıldırıyor, ibadetler ve diğer dini konularda ona danışılıyordu. Çünkü çoğu yeni Müslüman olmuştu ve bir şey bilmiyorlardı. Kureyşliler kuzeye giden yolun tekrar güvenilir hale gelmesine seviniyorlardı. Fakat Ebû Basîr’in kampına yetmiş kadar genç adam katılmıştı ve bunlar kervanlar için tehdit oluşturmaya başlamıştı. Kureyşliler pekçok adamlarını ve mallarını kaybettikten sonra, Peygamber (s.a.v)’e bu adamları toplumuna kabul etmesini rica eden bir mektup gönderdiler. Onların geri döndürülmesini istemeyeceklerine de söz verdiler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) Ebû Basîr’e taraftarlarıyla birlikte Medîne’ye gelebileceğini haber veren bir mektup gönderdi. Fakat o sırada genç lider çok hastaydı ve mektup ona ulaştığında ölümün eşiğindeydi. Mektubu okudu ve elleri arasında tutarak öldü. Arkadaşları onun cenaze namazını kıldılar ve onu gömdüler. Gömüldüğü yere de bir mescid yaptılar. Daha sonra Peygamber (s.a.v)’le buluşmak üzere Medîne’ye gittiler.
Kayalıklara ulaştıklarında Velîd’in devesi tökezledi ve onu yere düşürdü. Velîd düşünce parmağını keskin bir kayaya kestirdi. Parmağı alıp fırlatırken şöyle dedi:
“Sen kanayan bir parmaktan başka nesin Allah yolunda başka hiçbir yara almadın.”
Fakat kesik parmak mikrop kaptı ve ölümcül bir yara haline geldi. Bununla birlikte Velîd (r.a.) ölmeden önce ağabeyi Hâlid’e onu İslâm’a davet eden bir mektup yazmayı başardı.
O sıralarda Mekke’den sadece bir tek kadın kaçıp Medîne’ye sığınmıştı. O da Osman’ın üvey kardeşi, yani annesi Erva ile Bedir’den dönüşte öldürülen Ukbe’nin kızları olan Ümmü Gülsüm idi. Fakat artık mü’min kadınların kâfirlere döndürülmesini yasaklayan bir âyet inmişti. Bu nedenle iki öz erkek kardeşi Ümmü Gülsüm’ü geri götürmeye geldiklerinde Peygamber (s.a.v) onu bırakmadı. Kureyşliler de bunu fazla karşı çıkmadan kabul ettiler. Çünkü anlaşmada kadınlardan hiç bahsedilmiyordu. Daha sonra Zeyd (r.a.), Zübeyr (r.a.) ve Abd’urrahman İbn Avf (r.a.) onunla evlenmek istediler. Peygamber (s.a.v) ona Zeyd’le evlenmesini tavsiye etti. O da bu tavsiyeyi kabul etti.
Anlaşma yapıldıktan bir ay sonra Âişe (r.a.) ve babası kısa bir süre sonra sevince neden olacak olan büyük bir üzüntü yaşadılar. Ümmü Rummân (r.a.) hastalandı ve öldü. Onu Baki Mezarlığı’na gömdüler. Peygamber (s.a.v) onun cenaze namazını kıldı ve mezarına indi. Onun ölüm haberi Mekke’ye ve oğlu Abdu’l-Kâ’be’ye de ulaştı. Bu üzüntü Abdu’l-Kâ’be’ye uzun süreden beri düşündüğü bir şeyi uygulama olanağı verdi. Annesinin ölümünden kısa bir süre sonra Medîne’ye geldi ve Müslüman oldu. Biat ettiğinde Peygamber (s.a.v) ona Abdurrahman adını verdi.
Abdurrahman, o dönemde Müslüman olan tek kişi değildi. Haftalar ve aylar geçince Kur’ân’ın bu anlaşmayı neden apaçık bir zafer diye nitelediği açıklığa kavuşuyordu. Artık Mekkeli ve Medîneliler barış içinde buluşup, serbestçe birbirleriyle konuşabiliyorlardı. Anlaşmadan sonraki iki yıl boyunca İslâm toplumu iki katına çıktı.
Hacıların dönmesinden kısa bir süre sonra herkesi sevindiren bir âyet nazil olmuştu:
“Belki Allah, sizinle onlardan kendilerine karşı düşmanlık beslemekte olduklarınız arasında bir sevgi bağı kılar.” (Mümtehine: 7)
Bu sözler, gün geçtikçe artan ihtidaları kasdediyordu. Bazılarına göre de bu âyet Peygamber (s.a.v)’le Kureyş liderlerinden biri arasında gelişen yakın ilişkiyi kastediyordu.
Hudeybiye’den birkaç ay önce Habeşistan’dan Peygamber’in kuzeni Ubeydullah İbn Cahş’ın ölüm haberi gelmişti. O, İslâm’a girmeden önce Hıristiyan’dı ve Habeşistan’a hicret ettikten kısa bir süre sonra tekrar Hıristiyanlığa dönmüştü. Bu, Müslümanlıkta karar kılan ve Ebû Süfyân’ın kızı olan karısı Ümmü Habîbe’yi çok üzmüştü. Kocasının ölümünden dört ay sonra Peygamber (s.a.v) Necâşî’ye kendi adına Ümmü Habîbe (r.a.) ile arasında nikâh kıymasını rica etti. Peygamber (s.a.v) Ümmü Habîbe (r.a.)’ye direkt olarak fikrini sormamıştı. Fakat Ümmü Habîbe (r.a.) rüyasında kendisine birisinin gelip “mü’minlerin annnesi” diye hitap ettiğini görmüş ve bunun Peygamber (s.a.v)’in eşi olacağına işaret ettiğini tahmin etmişti. Ertesi gün rüyasını doğrulayan Necâşî’nin teklifini aldı. Bunun üzerine en yakın akrabası olan Hâlid İbn Saîd’i vekil olarak seçti. Necâşî de Ca’fer (r.a.)’in de içlerinde bulunduğu bir grup sahabe huzurunda nikâhı kıydı. Daha sonra Necâşî, sarayında düğün yemeği verdi ve bütün Müslümanları davet etti. Peygamber (s.a.v) Ca’fer (r.a.)’e de artık gelip Medîne’de yaşayabileceklerini bildiren bir mektup gönderdi. Ca’fer (r.a.) hemen yol hazırlıklarına başladı. Necâşî onlara yolculukta kullanmak üzere iki sandal verdi. Ümmü Habîbe’nin de onlarla birlikte gitmesine karar verildi. Medîne’de de onun için bir ev yapılmaya başlanmıştı.
Necâşî, o dönemde Peygamber’in mektup gönderdiği tek kral değildi. Hendek’te o büyük kayayı parçaladığında, ilk vuruşunda ortaya çıkan ışıkla Yemen kalelerini görmüştü. Üçüncü ve son vuruşunda çıkan ışıkla da Medâyin’deki Kisra’nın beyaz sarayını görmüştü. İslâm İmparatorluğu’nun ileride buralara dek yayılacağına işaret eden bu iki ışık arasında bir ilişki vardı. Çünkü Yemen o zamanlar İran kontrolündeydi. Peygamber (s.a.v) İran Şahı’na kendi peygamberliğini ilan eden ve İslâm’a çağıran bir mektup gönderdi. Belki bu mektubu yazarken büyük ümitleri yoktu. Fakat yine de başka bir girişimde bulunmadan önce ona seçme hakkı tanımak istemişti.
Bu üç ışıktan ikincisi ile Suriye kalelerini görmüş ve buradan da İslâm’ın oralara ve daha da batıya yayılacağını anlamıştı. Bu nedenle İran kralına yazdığı mektuba benzer bir mektup da Roma İmparatoru Herakliyus’a yazdı. Bu mektubu Suriye yöneticisi aracılığıyla gönderdi. Buna benzer bir başka mektubu da İskenderiye’ye, Mısır Kralı Mukavkıs’a gönderdi.
O sırada Kisra başka kaynaklardan Medîne’nin gün geçtikçe güçlenen Arap kralının Peygamber (s.a.v) olduğunu idia ettiğini duymuştu. Bu nedenle Yemen’deki valisi Bâzân’ı, Muhammed (s.a.v)’le ilgili ayrıntılı bilgi toplaması için görevlendirdi. Bâzân, Medîne’ye, etrafı gözlemeleri için iki elçi gönderdi. İki elçi, İran’da yaygın olan bir geleneğe uyarak sakallarını tıraş edip bıyıklarını uzatmışlardı. Onların görünüşü Peygamber (s.a.v)’e garip geldi ve: “Size böyle yapmanızı kim emrediyor?” dedi. Onlar da Kisra’yı kasdederek “Rabbimiz” dediler. Peygamber (s.a.v): “Benim Rabbim, sakalımı uzatmamı ve bıyığımı kısaltmamı emrediyor” dedi. Daha sonra onları, ertesi gün gelmelerini söyleyerek gönderdi. O gece Cebrâîl geldi ve Peygamber (s.a.v)’e İran’da ayaklanma olduğunu, Kisra’nın öldürülüp yerine oğlunun geçtiğini haber verdi. Elçiler geldiğinde bu haberi onlara ulaştırdı ve onlara bu haberi Yemen valisine ulaştırmalarını emretti. “Ona, benim dinimin ve imparatorluğumun Kisra krallığının ötesine ulaşacağını söyle, ona benden bunu ilet. İslâm’a gir; sahip olduğun şeylerde seni destekleyeyim ve seni Yemen halkına kral tayin edeyim.”
Elçiler ne düşüneceklerini bilemeden San’a’ya döndüler ve mesajı Bâzân’a ulaştırdılar. O “Ne olduğunu göreceğiz. Eğer söyledikleri doğruysa o gerçekten Allah’ın gönderdiği bir peygamber” dedi. Fakat o, İran’da neler olduğunu anlamak üzere bir elçi göndermeye fırsat bulamadan yeni şah olan Sirus’un (Kavad II -y.n.) bir adamı geldi. Yeni şahın onlardan bağlılık istediği haberini getirdi. Bâzân ona cevap vereceği yerde İslâm’a girdi. Yanındaki iki elçi ve diğer İranlılar da Müslüman oldular. Daha sonra Medîne’ye haber gönderdi, Peygamber (s.a.v) de ona Yemen’i yönetme görevini verdi. Bu Hendek’te gördüğü ilk ışığın va’dinin yerine geldiğini gösteriyordu.
Peygamber (s.a.v)’in mektubu Medâyin’e, Kisra’nın ölümünden sonra ulaştı. Bu nedenle mektubu ondan sonra gelen şah okudu ve yırttı. Peygamber (s.a.v) bunu haber alınca “Ya Rabbi! Aynı şekilde sen de onun krallığını parçala” dedi.
Hacılar döndükten sonraki ilk haftalardan birinde Peygamber (s.a.v)’in hayatına, şimdiye kadar hiç kullanılmayan bir silahla saldırıldı. Arabistan’daki Yahudiler arasında her nesilde büyücülüğü bilen bir-iki kişi olurdu. Bunlardan biri bu ilmin kendisi ile birlikte ölmesini istemeyerek kızlarına da öğreten Lebîd adında bir Yahudi’ydi. Lebîd, Peygamber (s.a.v)’e öldürücü bir büyü yapması için büyük bir rüşvet almıştı. Bu amacını yerine getirebilmesi için onun bir tutam saçına ihtiyacı vardı. Bunu da kızlarından biri, masum bir kişiyi kullanarak elde etti. Lebîd saça on bir düğüm attı; kızları da her düğüme bir şeyler okuyup üflediler. Daha sonra bunu, üstünde polen tozu kılıfları bulunan dişi bir hurma filizine bağladı ve derin bir kuyuya attı. Büyü ancak düğümlerin açılmasıyla çözülebilirdi.
Peygamber (s.a.v) kısa bir süre sonra bir şeylerin kötüye gittiğini anladı. Bir taraftan hafızası zayıflıyor, diğer taraftan yapmadığı şeyleri yapmış gibi hayal ediyordu. Bunun yanı sıra çok zayıflamıştı ve yemek sunulduğunda kendisinde yiyebilecek gücü bulamıyordu. Kendini iyileştirmesi için Allah’a dua ediyor ve uykusunda biri başında, diğeri ayağında iki kişinin oturduğunu fark ediyordu. Peygamber (s.a.v), onlardan birinin diğerine onun hastalığının gerçek sebebini anlattığını ve kuyunun adını verdiğini duydu. Uyandığında Cebrâîl geldi ve rüyasını doğrulayarak biri beş, diğeri altı âyetten oluşan iki sûre getirdi. Peygamber (s.a.v) Ali (r.a.)’yi bu sûreleri okuması için kuyuya gönderdi. Her âyette düğümün biri çözüldü ve hepsi çözüldüğünde Peygamber (s.a.v) hem bedenen hem de manen iyileşmişti.
Bu sûrelerden ilki şuydu:
“De ki: Sabahın Rabbine sığınırım,
Yarattığı şeylerin şerrinden,
Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
Düğümlere üfleyen kadınların şerrinden,
Ve hased ettiği zaman hasetçinin şerrinden.” (Felak Sûresi)
İkincisi ise şöyleydi:
“De ki: İnsanların Rabbine sığınırım, İnsanların mâlikine, İnsanların (gerçek) ilâhına,
Sinsice kalblere vesvese ve kuşku düşürüp, duran, vesvesecinin şerrinden.
Ki o, insanların göğüslerine vesvese verir (içlerine kuşku, kuruntu fısıldar),
Gerek cinlerden, gerekse insanlardan (olan) her hannâstan Allah’a sığınırım”. (Nâs Sûresi)
Bu sûreler Kur’ân’ın en son sûreleridir ve kötülüklerden sakınmak için sürekli okunur.
Peygamber (s.a.v) o kuyunun doldurulup yanında başka bir kuyunun açılmasını emretti. Kendisine bir rüşvet karşılığında büyü yaptığını itiraf eden Lebîd’e haber gönderdi; fakat ona karşı bir girişimde bulunmadı.

68-HAYBER
Mekke ile yapılan anlaşma kuzeydeki diğer tehlikelerle ilgilenme fırsatı verdi. Bu tehlikelerden en büyüğü çoğu İslâm düşmanı olan Yahudilerin yaşadığı Hayber şehri idi. Büyücü Lebîd’e büyük bir ihtimalle onlardan biri rüşvet vermişti. Fakat Benî Nadir ve onların Hayberli akrabalarına karşı bir girişimde bulunmak için bundan daha kesin deliller ve genel nedenler vardı. Onların Medîne’yi işgal etmesi söz konusu değildi. Bir-iki kişi dışında onlardan kimse Hendek Savaşı’na katılmamıştı. Fakat her seferinde Kureyş’e saldırı teşvikini veren ve Gatafan’ı da Kureyş’le bir olmaya ikna eden onlardı. Gatafan’ın hâlâ Medîne’ye düşman olmasına da onlar neden oluyorlardı. Hayber bu şekilde kaldığı sürece Medîne tam bir barış yaşayamazdı.
Bu yönde er geç bir girişimde bulunulması gerektiği uzun süreden beri biliniyordu. Çünkü Peygamber (s.a.v) bir süre önce inen vahiydeki yakın zaferin -ganimetleri bol olan bir zafer- Hayber’in fethi anlamına geldiğinden emindi. Fakat bu Müslüman olduğunu söyleyen herkes tarafından paylaşılmamalıydı. Vahiy, umreye katılmayan bedevîlerin tamamen maddî kaygılarla savaşlara katıldıklarını söylüyordu. Umrede ganimet ve çapul imkânı olmadığı için katılmaya değer bulmamışlardı. Bu nedenle şüphesiz Arabistan’ın en zengin topluluklarından biri olan Hayber’in fethinde de rol almamaları gerekiyordu. Bu, nisbeten küçük bir kuvvetle yola çıkmak anlamına geliyordu. Gerçi küçük bir kuvvet olması, planlarının son ana kadar gizli kalmasını sağlayabilirdi. Fakat yine de bu konu duyulduğunda, ağızdan ağıza bir gerçek imiş gibi değil de bir efsane gibi yayıldı. Hayber’in aşılamaz gücünü herkes biliyordu. Kureyş ve diğer İslâm düşmanları bu haberlerin doğru olmasını ümit ediyorlardı. Çünkü eğer bu doğruysa, Muhammed (s.a.v) müthiş bir yenilgi yaşayacaktı. Fakat onun deli olmadığını bildikleri için bu haberlerin yalan olmasından korkuyorlardı. Hayberliler ise o denli kendilerinden emindiler ki bu haberlere inanmadılar. Muhammed’in (sav) Medîne’den yola çıktığı haberi kendilerine ulaşıncaya kadar müttefiklerine yardım haberi göndermediler. Ancak bu haberler ulaştığında şefleri Kinâne, Gatafan’ı ziyaret etti ve yardımlarına karşılık o yılın hurma hasadının yarısını teklif etti. Gatafanlılar bunu kabul ettiler ve dört bin kişilik bir ordu göndereceklerine söz verdiler. Hayber Yahudileri zırhlarını giyip toplam on bin kişi olan ordularını her gün sıraya sokmayı gelenek haline getirmişlerdi. Gatafan’ın da yardımıyla ordu on dört bin kişiye ulaşacaktı. Medîne’den gelen haberlere göre ise ordu sadece altı yüz kişi idi.
Peygamber (s.a.v) yola çıkmadan önce Evs’li Ebû Abs (r.a.) ona geldi ve bir sorunu olduğunu söyledi. Üzerine bineceği bir devesi vardı; fakat elbiseleri çok eskiydi ve ne yolculukta kendisi için ne de ailesine bırakabileceği yiyecek parası yoktu. Onun kadar muhtaç değilse de durumu ona benzeyen daha birçok kişi vardı. Umreye giderken çok şey harcanmıştı ve o güne dek kazanılan tüm ganimetler de sayısı gün geçtikçe artan muhâcir Müslümanlara harcanarak tüketilmişti. Peygamber (s.a.v), Ebû Abs (r.a.)’a elinde kalan son eşyayı, uzun ve yeni bir giysiyi verdi. Fakat birkaç gün sonra sefer sırasında onu daha kötü ve eski bir elbiseyle gördü. “Sana verdiğim elbise nerede?” diye sordu.”Onu sekiz dirheme sattım” dedi Ebû Abs (r.a.); “Daha sonra kendim için iki dirhemlik hurma aldım, iki dirhemi de aileme geçimleri için bıraktım. Geri kalan dört dirheme de bir elbise aldım.” Peygamber (s.a.v) güldü ve “Ey Ebû Abs! Sen ve arkadaşların gerçekten fakirsiniz. Fakat nefsimi kudret elinde tutana yemin olsun ki, bir müddet daha yaşarsınız, bolluk içinde yaşayıp ailelerinizi de bolluk içinde yaşatacaksınız. Bir yığın dirhem ve köleye sahip olacaksınız ve bu sizin için iyi olmayacak.”
Sefer sırasında Peygamber (s.a.v) iki kamp yeri arasında orduyu durdurdu ve İbnu’l-Ekvâ (r.a.) adındaki güzel sesli bir Eslem’li adamı çağırdı. “Devenden in ve bize deve şarkılarından bir şarkı söyle” dedi. Bedevî onlar develeri üstünde giderken şarkı söyleyecekti. Unutulmayan, kederli ve monoton olan eski melodileri söylüyorlardı. İbnu’l-Ekvâ’nın, Peygamber (s.a.v)’in Hendek’te öğrettiği beyti okumasıyla bu kederli hava daha da yoğunlaştı:
“Rabbimiz, biz hiçbir zaman sana yönelmez, Zekât vermez ve namaz kılmazdık.”
İbnu’l-Ekvâ (r.a.) bu beyitle başlayan şarkıyı tamamladığında, Peygamber (s.a.v) ona, “Allah sana rahmet etsin” dedi. Buna karşı çıkan Ömer, “Ey Allah’ın Rasûlü! Sen bunu kaçınılmaz kıldın. Keşke onunla daha fazla beraber olabilseydik!” dedi. Hepsinin bildiği gibi, Ömer onun yakında şehid olacağını kasdediyordu. Çünkü onlar, Peygamber (s.a.v) kime rahmet dilerse, kısa bir süre sonra onun şehid olduğunu görmüşlerdi.
İki buçuk gün sonra, hedefe sadece bir akşamlık yolları kalmıştı. Hayber ile müttefikleri Gatafan arasında engel oluşturacak bir konumda yol almaları gerekiyordu. Bunu amaçlayan Peygamber (s.a.v) bir rehber istedi ve geceleyin surların önündeki açık düzlüğe ulaştılar. Gece çok karanlıktı, çünkü hilâl henüz yeni çıkmıştı. Ordu o denli sessiz yaklaşmıştı ki şehirde hiç kimse durumun farkında değildi. Sadece sabahleyin bir horoz sesi sessizliği bozdu. Müslümanların kampında, o şafak vakti sabah ezanı sessizce okundu. Namazdan sonra sessizlik içinde, sabah aydınlığında ortaya çıkan ekin tarlaları, hurma bahçeleri ve kaleleriyle “Hicaz’ın bostanı”nı seyrettiler. Güneş yükseldi; toprak işçileri ellerinde çapaları, sepetleriyle çıkıp böyle sessiz bir orduyla karşılaşınca çok şaşırdılar. “Muhammed ve ordusu!” diye bağırıp geriye, kalelere kaçtılar. Peygamber (s.a.v) “Allahu Ekber” dedi ve zafer dolu bir sesle “Harîbet Hayber “(Hayber harap oldu) sözlerini ekledi. Daha sonra Allah’ın insanları cezalandıracağını haber veren bir âyet okudu:
“Fakat (azab) onların sahasına indiği zaman uyarılıp korkutulanların sabahı ne kadar da kötü olur.” (Saffât: 177)
Ama “İndiği zaman” yerine “indirdiğimiz zaman” dedi.
Yahudiler hemen bir savaş konsülü topladılar. İçlerinden bir şefin uyarılarına rağmen kale burçlarındaki siperlerine güvendiler. Yesrib kaleleriyle dağ hisarları adını verdikleri kendi kaleleri arasında hiçbir karşılaştırma yapılamayacağını söylediler. Bu ayrı gruplarla savaşma kararı, onların en zayıf noktaları olan birlik yoksunluğuna dayanıyordu. Kur’ân’da Yesrib Yahudileri için söylenenler Hayberliler için de geçerliydi:
“Sen onları birlik sanırsın, oysa kalbleri paramparçadır.” (Haşr: 14)
Küçük fakat birlik içindeki bir ordu ile karşılaşmak onlar için şanssızlıktı:
“Hiç şüphesiz Allah kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (Haşr: 4)
Bu ordu, şu vaade uyarak nefisleri yücelenlerden oluşuyordu:
“Nice az bir topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle galip gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara: 249)
İlk gün Peygamber (s.a.v) en yakın kaleye saldırdığında, diğer kaleleri savunanlar birlik olup saldıranlara karşı tek vücut halinde savaşmadılar. Aksine kendi duvarları arkasında kalıp, kendilerini güçlendirmekle meşgul oldular. Bu taktik iki ordu arasındaki eşitsizliği azaltacak nitelikteydi. Fakat yine de Müslümanların sabrı, yabancı bir bölgede birden fazla savaş yapıp, uzun süren bir işgal ile sınanıyordu. Hayberliler, Arabistan’da en iyi nişancılar olarak tanınırdı. Şimdiye kadar Müslümanlar hiç bu kadar fazla kalkan kulanmaya ihtiyaç duymamışlardı. Kampın gerisinde ise kadınlar sürekli ok yaralarını tedavi ile meşgul oluyorlardı. Peygamber (s.a.v)’in eşlerinden sıra ikinci defa yine Ümmü Seleme’ye gelmişti. Yaralıları tedavi etmek ve safların gerisinde su ihtiyacını karşılamak üzere gelen kadınlar arasında Peygamber (s.a.v)’in halası Safiye (r.a.), Ümmü Eymen (r.a.), Nuseybe (r.a.) ve Enes’in annesi Ümmü Süleym (r.a.) de vardı.
Günler geçti, fakat hiçbir şey elde edilemedi. Altıncı gece Ömer (r.a.)’in gözcülükle görevli olduğu bir sırada kampta bir casus yakalandı. Bu casus hayatı karşılığında Müslümanlara kaleler hakkında bilgi verdi ve hangi kalenin en zayıf ve aynı zamanda en çok silaha sahip olduğunu anlattı. İlk önce, en az korunan fakat geçmişte diğer kalelere karşı kullanılan bir savaş aletine sahip bir kaleye saldırmalarını önerdi. Medîne gibi Hayber’de de uzun süreden beri iç savaş yaşanmıştı. Ertesi gün Müslümanlar kaleyi ele geçirdiler. Kaya fırlatmaya yarayan bir mancınık ve askerlerin kaleye girmek için yakın dövüşe başladıklarında üstlerinde çatı vazifesi görecek olan bir siperden oluşan savaş aletlerini diğer kalelere karşı kullanmak üzere çıkardılar. Bir bakıma bu aletler sayesinde, zayıf kaleler teker teker düştü. Karşılaştıkları en güçlü savunma Na’im adındaki kalenin savunmasıydı. Burada garnizon büyük bir kuvvetle karşı koyuyordu ve o gün Müslümanlar tarafından yapılan her saldırı püskürtüldü. Peygamber (s.a.v), “Yarın sancağı Allah’ın ve Rasûlü’nün sevdiği birisine vereceğim. Allah bize zaferi onun ellerinde verecek, o hiçbir zaman dövüşten kaçmayan biri” dedi.
Peygamber (s.a.v) daha önceki seferlerinde sancak olarak nisbeten daha küçük bayraklar götürmüştü. Fakat Hayber’e, Âişe (r.a.)’nin cübbesinden yapılmış büyük siyah bir sancak getirdi. Buna “kartal” adını vermişlerdi. Ertesi gün Peygamber (s.a.v) sancağı Ali (r.a.)’ye verdi. Daha sonra o ve diğer arkadaşları adına, onlara zafer vermesi için Allah’a dua etti. Zübeyr (r.a.) ve kırmızı sarıklı Ebû Dücâne (r.a.)’nin büyük rol oynadığı bir günlük şiddetli bir çarpışmadan sonra Ali (r.a.), adamlarına son bir hamle yaptırdı ve düşmanın kale kapılarının kontrolünü Müslümanlara bırakarak kalenin içlerine doğru çekilmelerini sağladı. Kale ele geçirildi; fakat adamların çoğu arkadaki bir kanaldan diğer kalelere kaçmışlardı.
“Benî Gatafan nerede?” sorusu Hayber’de devamlı sorulan fakat cevap alınamayan bir soruydu. Gatafanlılar gerçekten söz verdikleri gibi dört bin kişilik orduyla yola çıkmışlardı. Fakat bir günlük yol gittikten sonra geceleyin konakladıklarında yerden mi, gökten mi geldiğini anlayamadıkları bir ses duydular. Ses arka arkaya üç kez “Halkınız! Halkınız! Halkınız!” diye bağırdı. Bunun üzerine adamlar ailelerinin tehlikede olduğunu hayal ettiler ve aceleyle geri döndüler. Fakat geri döndüklerinde her şeyin yerinde olduğunu gördüler. Düşmanın yenilmesinde bir payları olamayacak kadar geç kaldıklarını düşündükleri için, ikinci kez yola çıkmayı göze alamadılar.
Hayber’deki kalelerden en dayanıklısı Zübeyr hisarı denilen kaleydi. Kalenin girişinde sarp kayalıklar vardı, diğer tarafları ise dimdik uçurumdu. Diğer kalelerden kaçan savaşçıların çoğu, bu kalenin kuvvetlerine katılmıştı. Peygamber (s.a.v) kaleyi üç gün boyunca kuşatma altında tuttu. Üçüncü günün sonunda diğer kalelerden birinden bir Yahudi geldi ve Peygamber (s.a.v)’e onların kaleyi sonsuza dek savunmalarını sağlayacak gizli bir kaynakları olduğunu haber verdi. Kendini, ailesini ve mallarını garanti altına almak şartıyla bu sırrı ona söylemeyi teklif etti. Peygamber (s.a.v) bu teklifi kabul etti. Adam ona kale duvarları altından geçen bir su kaynağı olduğunu, Zübeyr kalesindekilerin bu kaynağa merdivenlerle inip su aldığını anlattı. Su hiçbir zaman kurumadığı için kaledekiler hiç su depolama ihtiyacı duymuyorlardı. Eğer su kaynağı engellenirse birkaç gün içinde dövüşemeyecek kadar susuz kalacaklardı. Peygamber (s.a.v) bu planı uyguladı ve şiddetli bir çarpışmadan sonra kaleyi aldı.
Karşı koyabilecek güçte olan son kale Kamus idi. Bu kale, Benî Nadir’in en zengin ve en güçlü kollarından biri olan Kinâne ailesine aitti. Bazıları uzun süreden beri Hayber’de yaşıyordu. Oysa ailenin çoğu Medîne’den sürgün edildikten sonra Hayber’e yerleşmişti. Gatafan’ın yardımını özellikle bunlar bekliyorlardı. Onların sözlerinde durmaması Kinâne’lileri büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı. Diğer kalelerden kaçıp Kamûs’u dolduran Yahudilerin getirdiği kötü haberler moral çöküntülerini daha da artırıyordu. Bununla birlikte on dört gün karşı koydular. Daha sonra Kinâne, Peygamber (s.a.v)’e görüşmek istediğini bildiren bir haber gönderdi. Kinâne ailesinden birkaç kişi ile birlikte kaleden çıktı. Görüşmeler sonunda, Yahudilerin Hayber’i ve tüm mallarını Müslümanlara bırakıp gitmeleri şartıyla, ne onlardan ne de ailelerinden kimsenin öldürülmemesine ve esir alınmamasına karar verildi. Peygamber (s.a.v) son bir şart daha ekledi; eğer bir kişi bile mallarını götürmeye kalkarsa, hayatları tehlikede olacaktı. Kinâne ve diğerleri buna razı oldular. Peygamber (s.a.v), Ebû Bekir (r.a.), Ömer (r.a.), Ali (r.a.) ve Zübeyr (r.a.) ile birlikte on Yahudi’yi anlaşmaya şahit tuttu.
Fakat kısa bir süre sonra hem Müslümanlar, hem de Yahudiler mallarının büyük bir kısmının gizlenmiş olduğunu fark ettiler. Medîne’den getirdikleri ve Medîne sokaklarında herkesi büyüleyen o meşhur Benî Nadir serveti neredeydi? Peygamber (s.a.v) bunu Kinâne’ye sordu. Kinâne, Hayber’e vardıklarından beri silah ve zırh almak için mallarını sattıklarını, bu nedenle de servetlerinin azaldığını söyledi. Yahudiler onun yalan söylediğini biliyorlardı. Bunun yanı sıra, artık bir Peygamber (s.a.v)’in huzurunda olduklarına inandıkları için çoğu endişeliydi. Ona tabi olmalarına gerek olmadığını, çünkü onun kendilerine gönderilmediğini düşünüyorlardı. Fakat yine de onu kandırmak çok tehlikeli olabilirdi. Kinâne’nin çok sevdiği adamlardan biri ona gidip hiçbir şey gizlememesi için yalvardı. Çünkü eğer gizlerse, Peygamber (s.a.v) bunu mutlaka haber alırdı. Kinâne sinirlenerek onu tersledi. Fakat bir gün bile geçmeden hazine bulunmuştu. Kinâne ve ona yardım eden kuzeni ölüm cezasına çarptırıldılar. Aileleri de esir alındı.
Kamus’un düşmesinden sonra geri kalan iki kale de aynı şartlarla teslim oldular. Daha sonra Hayber Yahudileri toplanıp bir danışma meclisi kurdu. Sonunda şöyle bir karara vardılar: Peygamber (s.a.v)’e çiftçilikten ve bahçecilikten iyi anladıklarını öne sürerek her yıl hasadın yarısını vergi olarak verip, Hayber’de kalmayı teklif edeceklerdi. Peygamber (s.a.v) buna razı oldu. Fakat gelecekte eğer isterse, onların gitmesi gerektiğini de ekledi. İşte o zaman Müslümanların kuzeydoğuda zengin bir vaha olan Fedek’e bir sefer düzenledikleri söylentisi çıktı. Fedek Yahudileri Hayber’e uygulanan vergiyi duyunca, aynı şartlarla teslim olmak istedikleri haberini gönderdiler. Bu şekilde Fedek de savaş yapmadan kazanılan diğer yerler gibi Peygamber (s.a.v)’in özel mülkiyetine geçti. Bütün meseleler halledilip, zafer kazanan ordu istirahata çekildiğinde, Sellâm İbn Mişkem’in dul eşi bir kuzu haşladı ve her tarafını zehirledi. Peygamber (s.a.v)’in çoğunlukla kuzunun kolunu sevdiğini duyduğu için, o bölgeyi özellikle zehirledi. Daha sonra kuzuyu kampa götürdü ve Peygamber (s.a.v)’in önüne koydu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) ona teşekkür etti ve beraberindeki arkadaşlarını yemeğe davet etti.
Peygamber (s.a.v)’in hemen yanında Müslümanlara İkinci Akabe’de liderlik yapan ve Mekke’ye doğru ilk namaz kılan kişi olan Bera’nın oğlu Hazrec’li Bişr oturuyordu. Peygamber (s.a.v) kuzudan bir lokma aldığında ağzındakileri tükürdü ve “Ellerinizi çekin! Bu kol bana zehirli olduğunu söyledi” dedi. Kadına haber gönderdi ve kolu zehirleyip zehirlemediğini sordu. Kadın, “Sana kim söyledi?” diye sordu. Peygamber (s.a.v), “Kolun kendisi” dedi, “Bunu niçin yaptın?” Kadın, “Halkıma neler yaptığını biliyorsun; babamı, amcamı ve kocamı öldürdün. Ben de kendi kendime; eğer o bir kralsa ondan kurtulacağım; eğer bir peygamber ise zehirli olduğunu anlar, dedim.” dedi. Bişr’in yüzü zaten sararmıştı. Çok geçmeden öldü. Fakat Peygamber (s.a.v) buna rağmen kadını bağışladı.
Müslümanlarla yapılan savaşta kocasını ve babasının kaybeden tek kadın o değildi. Kinâne’nin hazineyi saklaması üzerine alınan esirler arasında, Kinâne’nin dul eşi ve Benî Kurayza’lıları Peygamber (s.a.v)’le yaptıkları anlaşmayı bozmaya ikna eden ve Hendek Savaşı’ndan sonra onlarla birlikte öldürülen Huyay’ın kızı Safiye de vardı. Safiye on yedi yaşındaydı ve Kinâne ile evleneli henüz bir iki ay olmuştu. Bu süre boyunca Safiye ile Kinâne’nin evlilikleri mutlu geçmemişti. Babası ve kocasının aksine Safiye çok dindar bir kadındı. Küçük yaşından beri halkının bir peygamberin geleceğinden bahsettiğini duymuştu ve bu onun hafızasında yer etmişti. Daha sonra Mekke’de Kureyş’li bir Arab’ın peygamberlik iddiasında bulunduğundan haberdar olmuştu. Sonra onun Kûba’ya ulaştığı haberi gelmişti. Bu olay o daha on yaşında bir çocukken, yedi yıl önce olmuştu. O babasıyla amcasının bu adamın bir sahtekâr olduğunu gözleriyle görmek için Kûba’ya gittiklerini de hatırlıyordu. Fakat her şeyden çok onların gece yarısı üzüntü ve hayal kırıklığı içinde geri dönüşleri belleğine işlenmişti. Söylediklerinden onların bu yeni gelen adamın peygamber olduğuna inandıkları, fakat ona karşı çıkmaya niyetlendikleri anlaşılıyordu. Onun küçük aklı buna hayret etmişti.
Evlendikten kısa bir süre sonra ve Peygamber (s.a.v)’in Hayber önlerine gelmesinden bir süre önce bir rüya görmüştü. Rüyasında gökte asılı parlak bir ay vardı ve bunun altında, Medîne şehrinin uzandığını biliyordu. Daha sonra ay Hayber’e doğru ilerlemeye başladı ve kucağına düştü. Uyandığında Kinâne’ye rüyasını anlattı; fakat o Safiye’nin yüzüne bir tokat attı ve “Bu sadece senin Hicaz Kralı Muhammed’i arzu ettiğin anlamına gelir” dedi. Bir esir olarak Peygamber (s.a.v)’e getirildiğinde yüzünde hâlâ darbe izi vardı. Peygamber (s.a.v) ona bunun neden olduğunu sordu, o da rüyasını anlattı. O sırada Benî Kelb’den Dihye adında bir adam, Safiye’yi Hayber’den kendisine düşecek olan ganimet payı olarak istemiş, Peygamber (s.a.v) de bunu kabul etmişti. Fakat Safiye’nin rüyasını dinleyince Dihye’ye onun kuzenini alması için haber gönderdi. Daha sonra Safiye’ye dönüp onu serbest bırakacağını; bir Yahudi olarak kalıp halkına dönmek veya Müslüman olarak Peygamber (s.a.v)’in eşi olmak arasında bir seçim yapmasını söyledi. Safiye “Allah’ı ve Rasûlü’nü seçiyorum” dedi. Medîne’ye doğru yola çıkıldı ve Rasûlullah’la Safiye (r.a.) ilk konakta evlendiler.
Sefer henüz bitmemişti. Çünkü geldikleri yoldan dönmek yerine biraz batıya dönüp Vadi’l-Kura Yahudilerinin kalelerini de kuşatmışlardı. Bu Yahudiler Hayber’le anlaşmalı idiler; üç günün sonunda Hayber’deki şartların aynısını kabul edip teslim oldular.
Kuzeye doğru yürünürken orduya şarkı söyleyen Eslem’li İbnu’l-Ekvâ (r.a.) Hayber’de kaleye saldırırken öldürülmüştü. Nasılsa kendi kılıcı kendisine dönmüş ve ona ölümcül bir yara vermişti. Ensârdan biri bu nedenle onun bir şehid sayılamayacağını iddia etti. “Bunu söyleyen yalan söylüyor” dedi, Peygamber (s.a.v): “Gerçekten O, bir yüzücünün suyu geçtiği gibi kolaylıkla Cennet bahçelerinden geçti” Şehitlikle ilgili başka bir tartışma da Vadi’l-Kura’da çıktı. Peygamber (s.a.v)’in zenci kölesi Kerkere, bir devenin semerini çözerken isabet eden bir okla öldürülmüştü. Peygamber (s.a.v) herkesin sorduğu bu soruya şu cevabı verdi: “Şimdi o, Hayber’de çaldığı ve şimdi alev haline gelen cübbenin altında cehennem ateşinde yanıyor.”
Peygamber (s.a.v) sürekli olarak, kendisiyle birlikte yaşama ayrıcalığına sahip olan sahâbeyi, bu ayrıcalığın bazı büyük sorumlulukları da beraberinde getirdiği konusunda uyarırdı. Çünkü Allah âdildir ve onları, kötülüğe karşı koymanın çok zorlaşacağı çağlarda yaşayanlardan daha şiddetli cezalandıracaktır. Peygamber (s.a.v) şöyle derdi: “Siz öyle bir çağda yaşıyorsunuz ki, şeriatın onda birine uymazsanız mahkûm olursunuz. Fakat öyle bir çağ gelecek ki o zaman şeriatın onda birine uyan kurtulacak.”

69-EN ÇOK SEVDİĞİM KİM
Yedi haftalık ayrılıktan sonra muzaffer olarak dönen ordu Medîne’ye ulaştığında, Ca’fer ve arkadaşları çoktan Medîne’ye gelmişlerdi. Ca’fer (r.a.), Habeşistan’a gittiğinde yirmi yedi yaşındaydı; şimdi ise kırkında bir adam olmuştu. Sürekli iletişim halinde olmalarına rağmen, Peygamber (s.a.v)’i on üç yıldan beri görmemişti. Peygamber (s.a.v) onu kucakladı ve alnından öptü. Daha sonra, “Ca‘fer’in dönüşüne mi, yoksa Hayber’in fethine mi daha çok sevineceğimi bilemiyorum” dedi. Ca’fer’in yanında zevcesi Esmâ ve Habeşistan’da doğan Abdullah, Muhammed ve Avn adında ki üç oğulları da vardı.
Yanlarında evi henüz tamamlanan Ümmü Habîbe (r.a.) de vardı. Onun Peygamber (s.a.v)’le evlenmesi üzerine bir düğün yemeği daha hazırlandı. Ümmü Habîbe (r.a.) şimdi otuz beş yaşındaydı. Âişe (r.a.) hariç, Peygamber (s.a.v)’in diğer hanımları onu Mekke’den tanıyorlardı. Bunun yanı sıra o, Zeyneb’in yengesi ve Habeşistan’daki hicret günlerinin ilk anlarından beri Ümmü Seleme (r.a.) ile Sevde (r.a.)’nin yakın arkadaşı idi. Onun gelişi bekleniyordu ve fazla heyecan yaratmadı. Peygamber (s.a.v)’in hanımlarını daha çok ilgilendiren bir mesele de, Peygamber’in beklenmedik bir şekilde genç ve güzel Safiye ile evlenmesiydi. Medîne’ye vardıklarında Peygamber (s.a.v) onu geçici olarak konuksever Hârise (r.a.)’nin evine yerleştirdi. Onun çok güzel olduğunu duyan Âişe (r.a.) yeni arkadaşları hakkında fikrini sormak üzere Ümmü Seleme’ye gitti. Ümmü Seleme (r.a.), “O gerçekten çok güzel bir kadın. Allah’ın Rasûlü de onu çok seviyor” dedi. Âişe (r.a.), Hârise’nin evine gitti ve yeni gelini ziyarete gelen kadınlar arasına katıldı. Yüzü peçeliydi. Kendisini tanıtmadan biraz geri planda oturdu. Fakat yeni geline, Ümmü Seleme’nin söylediklerinin doğru olduğunu görecek kadar yakındı. Daha sonra evine döndü; fakat Peygamber (s.a.v) oradaydı ve onu tanımıştı. Dışarı çıktığında arkasından gelip, “Ey Âişe! Onu nasıl buldun?” diye sordu. Âişe, “O diğer Yahudi kadınlarına benzer bir Yahudi” dedi. “Öyle söyleme” dedi Peygamber (s.a.v), “çünkü o İslâm’a girdi ve İslâm’ını güzelleştirdi.” Bununla birlikte Safiye (r.a.), diğer Peygamber (s.a.v) eşlerinin yanında babasının kişiliği yönünden inciniyordu. “Ey Huyay’ın kızı!” deyimi gerçekte saygılı bir hitaptı; fakat ses tonundaki bir değişme ile kolayca alaya dönüşebilirdi. Bu nedenle bir keresinde Safiye ağlayarak Peygamber (s.a.v)’e geldi; çünkü diğer eşlerden biri onu küçük düşürmeye çalışmıştı. Peygamber (s.a.v), “Onlara de ki: Benim babam Hârûn, amcam ise Mûsâ’dır” dedi.
Eşler içinde Âişe (r.a.)’ye yaş bakımından en yakın olan Safiye (r.a.) idi; henüz yirmi iki yaşında olan Hafsa’dan bile daha yakın. İlk önceleri bu Âişe (r.a.)’nin korkularını artırdı. Fakat günler geçtikçe, iki genç hanım birbirlerine sempati duymaya başladılar. Hafsa da bu arkadaş çemberinin içindeydi. Âişe (r.a.) sonraki yıllarda, “Biz iki gruptuk: Birinde ben, Hafsa, Safiye ve Sevde; diğerinde ise Ümmü Seleme ve diğerleri vardı” derdi.
Âişe (r.a.) o zamanlar on altı yaşındaydı ve yaşına göre bazı yönlerden olgun, diğer yönlerden değildi. Duyguları hemen yüzünden ve konuşmasından belli olurdu. Bir keresinde Peygamber (s.a.v) ona, “Ey Âişe! Bana kızgın olduğun zamanı da benden razı olduğun zamanı da biliyorum” dedi. Âişe (r.a.), “Ey bana annemden ve babamdan daha sevgili olan, bunu nasıl anlıyorsun?” diye sordu. Peygamber (s.a.v) de şöyle dedi: “Benden hoşnut olduğun zaman yemin ettiğinde, ‘Muhammed’in Rabbine yemin olsun ki hayır’ diyorsun. Kızgın olduğunda ise, ‘İbrahim’in Rabbine yemin olsun ki hayır’ diyorsun.”[257] Bir başka sefer Peygamber (s.a.v) beklediğinden daha geç geldiğinde, “Günün bu saatine kadar neredeydin?” diye sordu. O, “Küçüğüm, Ümmü Seleme’nin yanındaydım” dedi. “Ümmü Seleme’nin sırası geçmemiş miydi?” diyen Âişe’ye, Peygamber (s.a.v) cevap vermeksizin gülümsedi. Âişe, “Ey Allah’ın Rasûlü, söyle bana. Bir vadinin iki yamacı arasında olsan; birisinden otlanmış, diğerinden ise otlanmamış olsa, sürülerini hangisinde otlatırsın?” diye sordu. Peygamber (s.a.v): “Otlanmamış olanda” dedi. Âişe (r.a.): “Öyle ise ben senin diğer eşlerin gibi değilim. Onların hepsi ben hariç, senden önce birisiyle evlenmiştir” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) gülümsedi ve hiçbir şey söylemedi.
Âişe (r.a.) Peygamber (s.a.v)’in sadece kendisine ait olmadığını biliyordu. O bir tek kadındı; Peygamber (s.a.v) ise yirmi adama bedeldi. Vahiy onun hakkında, “Muhakkak sen büyük bir ahlâk üzeresin” diyordu. Sanki O, kendi içinde dış dünya ile karşılaştırabilecek, bazı yönleriyle de onunla beraber, bir âlem idi. Âişe (r.a.) birçok kere, uzaktan da gelse onun bir gök gürlemesi duyduğunda yüzünün sarardığını fark etmişti. Aynı şekilde kuvvetli bir rüzgâr sesi, onda gözle görülebilecek değişikliklere neden olurdu. Bir keresinde, bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken başını, omuzlarını ve göğsünü açıp, yeryüzünün gökten gelen rahmet nedeniyle yaşadığı sevinci kendi teniyle paylaşmak istemişti.
Onun diğer insanlara benzememesi, Âişe (r.a.)’nin kıskançlığının azaltan tek neden değildi. Fakat O, kıskançlığın, sevginin aksine sadece bu dünya için geçerli olduğunu biliyordu. Çünkü Cennet’ten bahsederken Kur’ân şöyle diyordu:
“Onların göğüslerindekinden (ne varsa tümünü) sıyırıp çektik” (A’râf: 43, Hicr: 47).
Âişe (r.a.) bir gün Peygamber (s.a.v)’e, “Ey Allah’ın Rasûlü! Cennette senin hanımların kimler olacak?”diye sordu. “Sen onlardan birisin” cevabını alınca, bu sözleri ömür boyu bir hazine gibi sakladı. Bir keresinde de Peygamber (s.a.v) ona, “Cebrâîl burada ve sana selâm ediyor” demişti. O da, “Selâm onun üzerine olsun, Allah’ın rahmeti ve bereketi de” cevabını vermişti.
Âişe (r.a.) kıskançlığı hakkında daha sonraki yıllarda şöyle derdi: “Peygamber’in eşleri arasında Hatîce’yi kıskandığım kadar hiçbirini kıskanmadım. Çünkü Allah kendisine, Hatîce’ye cennetteki kıymetli taşlardan yapılmış bir sarayı müjdelemesini emrettiği için, Peygamber (s.a.v) sürekli onu anardı. Ne zaman bir koyun kurban etse, büyük bir bölümünü onun yakın arkadaşlarına gönderirdi. Çoğu kez ona, ‘Sanki dünyada Hatîce’den başka kadın yokmuş gibi’ derdim.”
Âişe (r.a.)’nin tepkileri çok fevriydi. Hayber’den hemen sonra veya bir süre önce Ebû’l-As’ın annesi Hâle, oğlunu, gelini Zeyneb’i ve küçük torunu Ümâme’yi görmeye Medîne’ye gelmişti. Bir gün Peygamber (s.a.v), Âişe’nin odasında iken kapı çalındı ve bir kadın sesi girmek için izin istedi. Peygamber (s.a.v) sarardı ve titredi. Bunun sebebini anlayan Âişe ona sitem etti. Çünkü Hâle’nin sesinde, Hatîce’nin sesini duyar gibi olduğunu anlamıştı. Peygamber (s.a.v) daha sonra bunu doğrulamış ve onun içeri girme izni isteyiş şeklinin de, aynen ölen zevcesi gibi olduğunu söylemişti.
Artık çok yaşlanan Sevde (r.a.), Peygamber (s.a.v)’le birlikte geçireceği günü Âişe (r.a.)’ye vermişti. Çünkü Peygamber (s.a.v)’in bundan çok memnun olacağını biliyordu. Tüm topluluk ve diğer eşler de Peygamber (s.a.v)’in yaşayan eşleri arasında en çok Âişe (r.a.)’yi sevdiğini biliyorlardı. Bu sadece bir tahminden ibaret değildi. Çünkü sahâbeden biri veya diğeri sık sık Peygamber (s.a.v)’e, “Ey Allah’ın Rasûlü! Bu dünyada en çok kimi seviyorsun?” diye sorardı. Peygamber (s.a.v) bu soruya her zaman aynı cevabı vermezdi. Çünkü onun sevgisi çok yönlüydü: Kızları, torunları, Ali (r.a.), Ebû Bekir (r.a.), Zeyd (r.a.), Üsâme (r.a.). Fakat cevap hiçbir zaman diğer eşler olmaz, bazen ise Âişe (r.a.) olurdu. Bu nedenle Medîne’de birisi Peygamber (s.a.v)’den bir şey rica edeceği zaman veya Kur’ân’da emredildiği gibi dilekte bulunmak için hediye vermek istediği zaman, Peygamber (s.a.v) Âişe (r.a.)’nin odasında olana kadar bu isteğini geciktirirdi. Bu bir adet haline gelmişti. Çünkü onlar, Peygamber (s.a.v)’in onun yanında iken çok mutlu ve bu nedenle ricaları kabule hazır olduğunu düşünüyorlardı. Fakat bu Peygamber (s.a.v)’in ailesinde kıskançlıklara neden oluyordu. Ümmü Seleme (r.a.) kendisi ve diğer eşleri adına gidip Peygamber (s.a.v)’den ona hediye vermek isteyenlerin özellikle bir günü beklemeyip ne zaman isterlerse hemen vermelerini belirten bir duyuru yapmasını istedi. Peygamber (s.a.v) ona cevap vermedi. Ümmü Seleme (r.a.) isteğini ikinci kez yineledi. Fakat o yine sessiz kaldı. Üçüncü kez yinelediğinde, “Beni Âişe ile ilgili konularda üzme; çünkü Âişe (r.a.) hariç hiçbir hanımımın yatağında iken bana vahiy gelmiyor” dedi.[262] Ümmü Seleme (r.a.), “Seni üzdüğüm için Allah’a tevbe ediyorum” dedi. Fakat Peygamber (s.a.v)’in diğer eşleri burada durmaya niyetli değillerdi. Fâtıma’dan kendi adlarına gidip Peygamber (s.a.v)’e, “Eşlerin senden Ebû Bekir (r.a.)’in kızına karşı kendilerine eşit davranmanı rica ediyorlar” demesini istediler. Fâtıma (r.a.) istemeyerek bunu kabul etti, fakat birkaç gün bunu yerine getirmedi. Sonunda kuzeni, Cahş’ın kızı Zeyneb geldi ve ısrar etti. Bunun üzerine babasına gitti ve kendisine söylenenleri ona iletti. Peygamber (s.a.v), “Benim küçük kızım, benim sevdiğimi sen sevmiyor musun?” dedi. Fâtıma (r.a.), “Evet” cevabını verince Âişe (r.a.)’yi kasdederek “O halde onu sev” dedi. Daha sonra, “Seni buraya gönderen Zeyneb’di değil mi?” diye sordu. “Zeyneb ve diğerleri” dedi. Fâtıma (r.a.) Peygamber (s.a.v): “Yemin ederim ki bunu düzenleyen Zeyneb” dedi. Fâtıma bunu kabul edince gülümsedi.
Fâtıma (r.a.), Peygamber (s.a.v)’in eşlerinin yanına döndü ve olanları anlattı: “Ey Allah’ın Rasûlü’nün kızı, bize bir şey kazandırmadın” dediler. Onu ikinci bir kez gitmeye zorladılar, fakat O kabul etmedi. Bunun üzerine Zeyneb (r.a.)’e, “Sen git” dediler, O da Peygamber (s.a.v)’e gitti. Peygamber (s.a.v) sonunda Âişe (r.a.)’yle konuşmasını söyledi. Âişe (r.a.), Zeyneb’in cevap veremeyeceği fikirler öne sürerek onu susturdu. Peygamber (s.a.v) eşlerine eşit ve adaletli davranmak ve diğerlerini de buna uymaya teşvik etmek zorundaydı. Fakat O, başkalarının Peygamber (s.a.v) eşlerine eşit davranmasını sağlamakla sorumlu değildi. Onun hassas karakteri de zaten buna elvermezdi. O, sadece bir hediyeyi teşekkürle kabul etmek ve geri kalanını bağışlayan kişiye bırakmakla görevliydi. Zeyneb (r.a.) gittiğinde Peygamber (s.a.v) Âişe (r.a.)’ye, “Sen, gerçekten Ebû Bekir’in kızısın” dedi.
Rasûlullah (s.a.v) aynı şekilde, Ali (r.a.) ve Fâtıma (r.a.)’dan olan torunlarına da büyük bir sevgi besliyordu. Onlar hakkında, “Bana ev halkım içinde en sevgili olanlar Hasan ve Hüseyin’dir” derdi. Üsâme (r.a.)’yi de torunlarından biri sayardı. Çoğu kez Hasan’ı ve Üsâme’yi ellerinden tutup “Allah’ım, ben onları seviyorum, sen de sev” diye dua ederdi.

70-HAYBER’DEN SONRA
Hayber’in fethinden sonra biri Ali (r.a.), diğeri Ebû Bekir (r.a.) yönetimindeki nisbeten küçük iki ordu, Yemen’e giden yolu kapatan iki düşman Hevâzin kabilesi üzerine yürüdü. Hayber’den sonra düzenlenmiş küçük çapta toplam altı seferden ikisi bunlardı. Diğer ikisi doğuda ve kuzeydeki Gatafan kabileleri, geri kalan iki sefer de şimdi Peygamber’e ait olan Fedek Ovası’na yakın bir yerde yerleşik olan Benî Mürre üzerine yapıldı. Fedek Yahudileri Medîne’den, bedevîlere karşı yardım ve koruma istemişlerdi. Bu çapulcuların sayısı Medîne’de tam tahmin edilemediği için otuz kişilik bir grup gönderildi. Fakat düşman umulandan fazla idi ve otuz kişinin hemen hemen hepsi öldürüldü. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) gecikmeksizin iki yüz kişilik bir ordu gönderdi. Düşman çok adam kaybederek kaçmak zorunda kaldı. Develerin ve koyunların yanı sıra birkaç da esir ele geçirildi. On yedi yaşında olan Üsâme (r.a.) de bu sefere katılmıştı. Hendek’te de orduyla birlikteydi, fakat bu onun gerçek anlamda ilk seferi oluyordu. Çarpışma sırasında Mürre’li bir adam onun çok genç oluşuyla alay etti. Ona haddini bildirmeye kararlı olan Üsâme, daha önceden hep birlikte savaş yerinde kalma emri verilmiş olmasına rağmen, adamı çölün içlerine kadar izledi. Sonunda onu yakalayıp yaraladı. Bunun üzerine Mürre’li ‘Lâ ilâhe illallah’ (Allah’tan başka ilah yoktur) diye bağırdı. Fakat adam şehâdet getirmesine rağmen Üsâme onu öldürdü. Seferin lideri Galib İbn Abdullah idi; çarpışma bittikten sonra liderin ilk sorusu “Üsâme nerede?” oldu. O ve bütün ordu, Rasûlullah (s.a.v)’ın Zeyd’in oğlunu ne kadar çok sevdiğini biliyordu. Bu nedenle zafere rağmen ordu çok üzüntülüydü. Üsâme (r.a.) hava karardıktan bir saat sonra geldi. Galib, ona sert bir şekilde çıkıştı. “Benimle alay eden bir adamı kovalıyordum” dedi genç: “Tam onu yakalayıp yaraladığımda da ‘Lâ ilâhe illallah’ dedi.” Galib, “Sen de bunun üzerine kılıcını kınına koydun değil mi?” dedi. “Hayır,” dedi Üsâme (r.a.), “ancak ona ölüm şerbetini içirdikten sonra koydum”. Bunun üzerine bütün kamptakiler onu kötüleyen laflar söylediler. Üsâme (r.a.) utanç içinde başını elleri arasına aldı. Eve dönerken kendisinde bir şey yiyecek güç bulamadı. Kâfir bir adamın tam öldürüleceği sırada Müslüman olduğunu açıklaması ile ilgili meydana gelen birkaç olay nedeniyle nâzil olan âyetleri yaşlılar iyi biliyorlardı. Bu olaylardan birinde silahları ve zırhı ganimet olarak almak isteyen mü’min, “Sen bir mü’min değilsin” deyip karşısındakini öldürmüştü. Üsâme (r.a.) nin durumunda dürtü ganimet değil şeref idi, fakat prensip aynıydı. Bu konuda inen vahiy şöyle diyordu:
“Ey iman edenler, Allah yolunda adım attığınız (savaşa çıktığınız) zaman, iyice açıklık kazandırın ve size (İslâm geleneğine göre) selâm verene, dünya hayatının geçiciliğine istekli çıkarak: ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin. Asıl çok ganimetler, Allah katındadır. Bundan öne siz de böyle idiniz; Allah size lütufta bulundu. Öyleyse iyice açıklık kazandırın. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır” (Nîsâ: 94)
Medîne’ye varır varmaz Üsâme (r.a.), doğruca Peygamber (s.a.v)’e gitti. Onu sevinçle kucakladıktan sonra Peygamber (s.a.v), “Bana seferi anlat” dedi. Bunun üzerine Üsâme, yola çıkışlarından başlayıp o adamı öldürdüğü zamana kadar tüm olanları anlattı. Tam o olayı anlattığı sırada Peygamber (s.a.v), “Ey Üsâme! O Lâ ilâhe illallah dediği halde öldürdün mü?” diye sordu. Üsâme, “Ey Allah’ın Rasûlü! O sadece öldürülmekten kurtulmak için böyle söyledi” diye cevap verdi. “Sen de” dedi Peygamber (s.a.v) “Onun yalan mı, doğru mu söylediğini anlamak için kalbini açtın!” Üsâme: “Lailaheillallah diyen bir kimseyi daha öldürmeyeceğim” dedi. Daha sonraları: “O gün İslâm’a girmiş olmayı isterdim” derdi. Çünkü Rasûlullah (s.a.v), dine girildiği anda tüm eski günahların affolunacağını söylemişti.
Hayber’den döndükten sonra Peygamber (s.a.v) dokuz ay boyunca Medîne’de kaldı. Güneye ve kuzeye yapılan küçük seferlere rağmen bu aylar barış ve zenginlik dolu aylardı. Fakat Hicaz’ın bostanından elde edilen bu zenginlik birçok sorunları da beraberinde getirmişti.
Ömer (r.a.) bir gün Peygamber (s.a.v)’in evine geldi ve yaklaştığında Peygamber’in (s.a.v) huzurunda bağırılmayacak kadar yüksek sesle bağıran kadın sesleri duydu. Bunun yanı sıra kadınlar bir de Kureyş’liydi, yani muhâcirlerdendi. Bu da Ömer’in, onların Mekkeli kadınlara nazaran daha serbest ve kendine güvenen Medîneli kadınlardan kötü şeyler öğrendikleri konusundaki görüşünü doğruluyordu. Hepsinin de bildiği gibi Peygamber (s.a.v), bir ricayı geri çevrimekten nefret ederdi. Bu nedenle Peygamber (s.a.v)’den savaşta kendisine beşte bir olarak düşen çeşitli giysileri kendilerine vermesini istiyorlardı. Odanın bir köşesini örten bir perde vardı. Ömer (r.a.)’in içeri girme izni isteyen sesi duyulur duyulmaz, ses tamamen kesildi ve kadınlar o kadar hızla perdenin arkasına saklandılar ki Ömer içeri girdiğinde Peygamber (s.a.v) gülüyordu. Ömer (r.a.), “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah tüm hayatını gülme ile doldursun” dedi. Peygamber (s.a.v), “Biraz önce benimle birlikte olan kadınlar, senin sesini duyunca nasıl da şaşılacak derecede hızla perdenin arkasına gizlendiler” dedi. “Bu benim değil, senin hakkın; benden değil senden korkup saygı duymalılar” dedi, Ömer. Daha sonra kadınlara hitap ederek: “Ey kendilerine düşman olanlar! Benden korkuyorsunuz da, Allah’ın Rasûlü’nden korkmuyor musunuz?” dedi. “Evet öyle” dediler, “Çünkü sen Rasûlullah (s.a.v)’tan daha sert ve haşinsin.” Peygamber (s.a.v), “Bu doğru ey Hattâb’ın oğlu” dedi ve sonra şunları ekledi: “Nefsimi kudret elinde tutana yemin olsun ki, eğer Şeytan senin belirli bir yoldan gittiğini fark etse, mutlaka o yoldan başka bir yol seçer.”
Yeni kazanılan servet ve maddî durumun çok rahatlaması, Ümmü Eymen (r.a.)’i bile bir istekte bulunmaya teşvik etti. Uzun süreden beri kendinin olduğunu söyleyebileceği bir deveye ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle Peygamber (s.a.v)’e gidip bir binek istedi. Peygamber (s.a.v)ona ciddi ciddi baktı ve “Seni bir devenin yavrusuna bindireceğim” dedi. Onun yavru deveyi kasdettiğini sanarak, “Ey Allah’ın Rasûlü! Bu bana uygun değil. Ben bunu istemem” dedi. Peygamber (s.a.v.) yine, “Seni bir devenin yavrusundan başka bir şeye bindirmem” dedi. Bu konuşma, Ümmü Eymen (r.a.)’in, Peygamber (s.a.v)’in yüzündeki gülümsemeden, onun her devenin mutlaka başka bir devenin yavrusu olduğunu anlatmak istediğini ve şaka yaptığını anlamasına dek sürdü. Başka bir gün Ömer (r.a.), Peygamber (s.a.v)’i elini yanağına koymuş bir şekilde üzüntülü dururken gördü. “Ey Ömer!” dedi, Peygamber (s.a.v): “Benden sahip olmadığım şeyleri istiyorlar”. Hayber’e giderken bu seferin zaferle sonuçlanacağını ve Medîne’ye zenginlikler getireceğini vadederek: “Bu sizin için iyi olmayacak” demişti. Bu söylediği diğerleri kadar kendi ev halkı içinde geçerliydi. O zamana kadar Peygamber (s.a.v) ve ailesi son derece sade bir hayat sürüyordu. Âişe (r.a.), Hayber’den önce hiçbir zaman doyuncaya kadar hurma yediğini hatırlamadığını söylerdi. Bakmakla yükümlü oldukları fakir muhâcirlerin sayısındaki sürekli artış, Peygamber (s.a.v) hanımlarının sadece ihtiyaçları olan şeyleri istemelerine, bazan onu bile istememelerine neden oluyordu. Verilebilecek olan şeyler dağıtılıyor, verilemeyecek olanlar da satılıp parasıyla birtakım ihtiyaçlar karşılanıyordu. Fakat Peygamber (s.a.v) şimdi hanımlarına hediyeler verebiliyordu. Bu da birçok problem doğuruyor ve onların daha fazla istemesine neden oluyordu. Çünkü eşitlik, birine verilen şeyin diğerine verilmesini gerektiriyordu.
Aynı zamanda diğer yönlerden de O’nun hoşgörüşünü kötüye kullanıyorlardı. Bir gün Ömer (r.a.), bir sebep yüzünden karısını azarladı, o da karşı cevap verdi. Ömer (r.a.) onu uyardığında ise karısı, Peygamber (s.a.v)’in hanımları bile kocalarına karşı cevap verdiklerine göre kendisinin neden vermeyeceğini sordu. Kızlarını kasdederek de, “Onlardan biri var ki o, sabahtan akşama kadar utanmaksızın tüm kafasındakileri söylüyor” diye ekledi. Buna çok üzülen Ömer (r.a.) doğruca Hafsa’ya gitti. Hafsa annesinin haklı olduğunu belirtti. Ömer (r.a.) kızının kendine olan güvenini sarsmak için, “Sende ne Âişe’nin zerâfeti, ne de Zeyneb’in güzelliği var” dedi. Bunun da bir etki uyandırmadığını görünce, “Siz Peygamber (s.a.v)’i kızdırdığınızda, Allah’ın sizi kendi gazabından helâk etmeyeceğinden bu kadar emin misiniz?” sözlerini ekledi. Daha sonra kuzeni Ümmü Seleme’ye gitti ve “Tüm düşüncelerinizi Allah’ın Rasûlü’ne söylediğiniz ve O’na saygısızca cevap verdiğiniz doğru mu?” diye sordu. Ümmü Seleme (r.a.), “Allah aşkına, sen Allah’ın Rasûlü ile hanımları arasına nasıl girersin? Evet, Allah’a andolsun, biz ona düşüncelerimizi söylüyoruz. Eğer bizim bu söylediklerimizi çekiyorsa, bu kendi bileceği bir şeydir. Eğer bize böyle yapmayı yasaklarsa biz ona, sana itaatimizden daha fazla itaat ederiz.” dedi. Ömer (r.a.) çok ileri gittiğini ve Ümmü Seleme (r.a.)’nin sitem etmekte haklı olduğunu anladı. Fakat Peygamber’in (s.a.v) evinde bir şeylerin iyi gitmediğinde şüphe yoktu.
Son günlerdeki bu zenginlik beklenmedik bir olayla daha da arttı. Peygamber (s.a.v)’in Mukavkıs’a gönderdiği İslâm’a çağrı mektubuna Mukavkıs kaçamak bir cevap yazmıştı. Fakat cevapla birlikte Mısır kralı yüz ölçek altın, yirmi tane iyi kumaştan elbise, katır, dişi at ve iki Kıptî Hıristiyan cariye ile birlikte bir de yaşlı harem ağasından oluşan zengin bir hediye göndermişti. Adları Mâriye ve Sirin olan kızlar kardeştiler ve ikisi de güzeldi. Fakat Mâriye daha da güzeldi. Peygamber (s.a.v) onun güzelliğine hayran oldu. Sirin’i Hassan İbn Sâbit (r.a.)’e verip Mâriye’yi, mescide bitişik odası yapılmadan önce Safiye (r.a.)’nin oturduğu eve yerleştirdi. Gece ve gündüz onu ziyaret ediyordu. Fakat Peygamber (s.a.v)’in eşleri o kadar kıskançlık gösterdiler ki cariye çok mutsuz oldu. Bu nedenle Peygamber (s.a.v), onu Yukarı Medîne’de bir eve yerleştirdi. Âişe (r.a.) ve diğer eşler ilk başta memnun olmuşlardı; fakat bir süre sonra hiçbir şeyin değişmediğini fark ettiler. Çünkü Peygamber (s.a.v) Mâriye (r.a.)’ye yaptığı ziyaretleri azaltmamıştı. Hatta yolun uzaklığı nedeniyle diğer eşlerinden daha uzun süreler ayrı kalıyordu.
Onların hepsi Peygamber’in (s.a.v) hakkı olan şeyleri -İbrahim’den ve daha öncesinden beri kabul edilen hakları-yaptığını biliyorlardı. Safiye (r.a.) hariç hepsi, İbrahim ile cariyesi Hacer’in birleşmesinden meydana gelen soya mensup değiller miydi? Mûsâ’ya indirilen Namus da bu hakkı destekliyordu. Kur’ân ise açıkça bir efendinin kölesini, eğer isterse, cariye olarak alabileceğini açıkça bildiriyordu. Fakat Peygamber’in (s.a.v) eşleri onun çok duyarlı olduğunu da biliyorlardı; şimdi ise onun tüm ev yaşantısı eşlerinin gizlenmemiş reaksiyonlarıyla sürekli bölünüyordu. Özellikle Hafsa (r.a.) o denli ileri gitti ki Peygamber (s.a.v) sonunda bir daha Mariye’yi görmeyeceğine yemin etti. Bu kez Âişe de Hafsa’nın suç ortağı idi.
Yeni nâzil olan sûrenin adı, Peygamber (s.a.v)’in Mâriye’yi kendisine haram kıldığını belirterek başladığı için Tahrîm Sûresi idi:
“Ey Peygamber! Eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek Allah’ın sana helâl kıldıklarını niçin haram kılıyorsun?”
Bu şekilde başlayan sûre Peygamber’in yeminini çözdükten sonra i- simlerini anmayarak Âişe ve Hafsa’dan bahsediyordu 
“Eğer sizler (Peygamberin iki eşi) Allah’a tevbe ederseniz (ne güzel). Çünkü kalbleriniz eğrilik gösterdi. Yok eğer karşı birbirinize destekçi olmağa kalkışırsanız, artık Allah onun mevlâsıdır, Cibril de ve mü’minlerin salih olan(lar)ı da, bunların arkasından melekler de onun destekçisidirler.”
Diğer bir âyet tüm eşlerine hitap ediyordu:
“Belki onu Rabbi, -eğer o sizi boşayacak olursa- ona sizin yerinize sizlerden daha hayırlı Müslüman, mü’min, gönülden itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan (ya da Allah adına hicret edip seyahat eden) dul ve bâkire eşler verir.”
Sûre tarihteki iki iyi, iki de kötü kadını anlatarak son buluyordu:
“Allah, küfretmekte olanlara, Nûh’un eşini ve Lût’un eşini örnek olarak verdi. İkisi de, kullarımızdan sâlih olan iki kulumuzun nikâhları altındaydı; ancak onlara ihanet ettiler. Bundan dolayı da, onlara (kocaları) kendilerine Allah’tan gelen hiçbir şeye yarar sağlamadılar. İkisine de, ‘Ateşe diğer girenlerle birlikte girin’ denildi.”
“Allah, iman etmekte olanlara da, Firavun’un karısını örnek olarak verdi. Hani demişti ki: ‘Rabbim, bana kendi katında cennette bir ev yap, beni Firavun’dan ve onun yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar.’ İmrân’ın kızı Meryem’i de. Ki o kendi ırzını korumuştu. Böylece biz de ona kendi ruhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O (Rabbine) gönülden bağlı olanlardandı”.
Peygamber (s.a.v) bu sûreyi eşlerine okuduktan sonra, üzerinde düşünmeleri için onları yalnız bıraktı ve onların odalarından başka sahip olduğu tek oda olan üstü kapalı bir sundurmaya çekildi. Tüm Medîne’ye onun eşlerini boşadığı haberleri yayıldı. Bu haber, gece Ömer (r.a.)’in kulağına da gitti. Şafakta her zaman olduğu gibi mescide gitti. Fakat namazdan sonra Ömer, tam Peygamber (s.a.v)’e sesleneceği sırada o köşesine çekildi. Ömer Hafsa’ya gitti ve onu gözyaşları içinde buldu. Ona, “Niçin ağlıyorsun?” dedi ve cevap vermesine fırsat bırakmadan “Sana bunun böyle olacağını söylememiş miydim? Allah’ın Rasûlü sizi boşadı mı?” diye sordu. “Bilmiyorum” dedi, Hafsa (r.a.); “Fakat o orada sundurmada duruyor.” Sundurmanın girişi mescidin içindeydi. Ömer (r.a.) o tarafa doğru yöneldi. Minberin etrafında bir grup adam toplanmış oturuyordu. Bazıları ağlıyordu. Ömer bir süre onlarla birlikte oturdu. Fakat duyguları artık dayanamayacak hale gelince, kapısında Peygamber (s.a.v)’in siyah kölesinin bulunduğu sundurmaya gitti. Çocuğa, “Ömer için içeri girme izni iste” dedi. Çocuk içeri girdi ve bir dakika sonra çıkıp, “Ona seni söyledik, fakat O hiçbir şey söylemedi” dedi. Ömer (r.a.) oturduğu yere geri döndü. Sonra tekrar gitti ve içeri girme izni istedi, fakat çocuk yine aynı cevabı verdi. Üçüncü kez de aynı şey oldu; fakat Ömer tam gitmek için geri dönmüştü ki, çocuk, Peygamber’in ona izin verdiğini söyledi. Ömer, içeri girdi ve O’nu bir hasırın üstünde yatar buldu. Arkasına uzandığı hasırın izleri çıkmıştı. Hurma lifi ile doldurulmuş deri bir yastığa dayanıyordu. Önüne bakıyordu. Ömer (r.a.) içeri girdiğinde ona bakmadı. “Ey Allah’ın Rasûlü!” dedi, Ömer: “Eşlerini boşadın mı?” Peygamber (s.a.v) gözlerini kaldırdı ve Ömer’in gözlerine bakarak, “Hayır boşamadım” dedi. Ömer (r.a.) tüm yakın evlerden duyulabilecek şekilde ‘Allahu Ekber!’ diye bağırdı. Ümmü Seleme (r.a.) daha sonraları şöyle anlatıyor: “Sürekli ağlıyordum. Birisi bana gelip ‘Allah’ın Rasûlü sizi boşadı mı?’ diye sorduğunda, ‘Vallahi bilmiyorum’ diyordum. Bu durum, Ömer, Peygamber (s.a.v)’e gidinceye kadar devam etti. Hepimiz odalarımızda iken onun tekbir getirişini duyduk ve Allah’ın Rasûlü (s.a.v)’nün Ömer (r.a.)’in sorusuna ‘Hayır’ cevabını verdiğini anladık.” Gerçekte herkesin kafasında aynı soru vardı; fakat, Ömer, kızı Rasûlullah’la evli olduğu için bu durumla daha yakından ilgilenmişti.
“Orada ayakta durdum ve Rasûlullah’ın ne durumda olduğunu anlamaya çalıştım” dedi, Ömer: “Daha sonra, ‘Biz Kureyşliler eskiden eşlerimiz üzerinde hâkimdik, fakat Medîne’ye geldiğimizde hanımların kocalarına hâkim olduğu bir toplulukla karşılaştık’ dedim.” Ömer, bu sözlerinden sonra Rasûlullah (s.a.v)’ın yüzünde tasdik eden bir gülümseme gördü. Bunun üzerine önceden Hafsa (r.a.)’ya uyarı amacıyla söylediği şeyleri anlattı. Peygamber (s.a.v) yine gülümsedi. Bundan cesaret alan Ömer yere oturdu. Odanın çıplaklığına bir kez daha şaşırdı -yerde bir hasır, üç tane de deri yastık vardı; başka hiçbir şey yoktu. Bu nedenle Peygamber (s.a.v)’e biraz daha lüks yaşamasını önererek Yunanlıları ve İranlıları örnek gösterdi. Fakat Rasûlullah (s.a.v) onun sözünü keserek, “Ey Hattâb’ın oğlu! Şüphe mi duyuyorsun? İyi şeyler onlara bu dünya için verilmiştir” dedi.
Henüz yeni bir aya girmişlerdi. Peygamber (s.a.v) bu ay geçene kadar hanımlarından hiçbirini görmek istemediğini ilan etti. O ay geçince ilk önce Âişe (r.a.)’nin odasına gitti. Onu görünce çok şaşıran ve sevinen Âişe (r.a.), “Tam yirmi dokuz gece” dedi. Peygamber (s.a.v), ‘Nereden biliyorsun?’ diye sordu. O da, ‘Günleri sayıyordum; nasıl saydım bir bilsen!’ dedi. Peygamber (s.a.v), ‘Fakat bu ay 29 çekiyordu’ dedi. Âişe (r.a.) ay takvimine göre bir ayın bazen otuz yerine sadece yirmi dokuz çektiğini unutmuştu. Peygamber (s.a.v) daha sonra ona kendisine gelen yeni vahiyden ve ona önereceği iki seçenekten bahsetti. Ona bu meselede danışmak için babasını çağırmak isteyip istemediğini sordu. “Hayır” dedi Âişe (r.a.), “Sana karşı bana kimse yardım edemez. Ey Allah’ın Rasûlü! Ne olduğunu çabuk söyle.” Peygamber (s.a.v), “Allah senin önüne iki seçenek koydu” dedi ve şu âyeti okudu:
“Ey Peygamber, eşlerine söyle: ‘Eğer siz dünya hayatını ve onun süslü çekiciliğini istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım (size boşanma bedelini vereyim) ve güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim. Eğer siz Allah’ı ve Rasûlü’nü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, artık hiç şüphe yok Allah, içinizden güzellikte bulunanlar için büyük bir ecir (mükâfat) hazırlamıştır.” (Ahzâb: 28-29)
Âişe (r.a.): “Şüphesiz ben Allah’ı Rasûlü’nü ve âhiret yurdunu istiyorum” dedi. Peygamber (s.a.v)’in bütün eşleri de aynı şeyleri söylediler ve onu seçtiler.
Linklerin Gorulmesine Izin Verilmiyor. Kayit ol ya da Giris Yap
 

hakansen967

  • Vip Üye
  • *****
  • İleti: 3625
  • Etkinlik:
    4.8%
  • Tesekkur Edildi: 870 kez
  • Rep Puanı: 574
  • Cinsiyet: Bay
    • ilahisözleri.net
Ynt: Mustafa Demirci - Hz.Muhammedin S.A.V Hayatı 16.cd
« Yanıtla #32 : 20 Aralık 2022, 22:17:15 »
71-UMRE VE SONRASI
Hudeybiye Anlaşması’nın üstünden yaklaşık bir yıl geçmişti. Kureyş’in verdiği söz gereği Peygamber (s.a.v) ve arkadaşlarının umre yapmak için Mescid-i Harâm’ı ziyaret etme zamanı gelmişti. Ölen veya savaşlarda öldürülenler hariç içlerinde geçen yılki hacıların da bulunduğu toplam ikibin hacı vardı. Hudeybiye’de bulunmayanlardan biri de Beni Devs’ten Ebû Hureyre (r.a.) idi. Kabilesinden bir grupla Hayber’den sonra Medîne’ye gelmiş ve Ehl-i Suffe’ye katılmıştı. Müslüman olduktan sonra adı Abdurrahman’a çevrilmiş, fakat yine de çoğunlukla “kedilerin babası” anlamına gelen Ebû Hureyre adıyla anılmıştı. Bu ad ona, Peygamber (s.a.v) gibi kedileri çok sevdiği ve yanında sürekli bir kedi yavrusu bulundurduğu için verilmiştir. Daha sonra Peygamber (s.a.v)’in ashâbının ileri gelenlerinden biri olmuştur. Bu hac sırasında da Peygamber (s.a.v) onu kurban develerinin bakımı ile görevlendirmişti.
Kureyşliler, hacıların haram bölgeye yaklaştıklarını duyunca etraftaki tepelere çekilerek tüm vadiyi boşalttılar. Kureyş liderleri Ebû Kubeys tepesine toplandılar ve oradan mescidi gözlediler. Oradan geniş bir alanı görebiliyorlardı. Şimdi uzun bir sıra halinde kuzeybatı geçidinden hacıların şehrin hemen altındaki vadiye girdiklerini görüyorlardı. Bir süre sonra çok eskiden beri gelenek olan bir söz duymaya başladılar: Lebbeyk Allahümme Lebbeyk (Allah’ım, işte geldim hizmetindeyim). Başları tıraşlı, beyaz giysili hacı kalabalığına en önde Kesva’nın üstünde olan Peygamber (s.a.v) ve yerde devesinin ipini tutan Abdullah İbn Revâha (r.a.) önderlik ediyordu. Diğerlerinin de bir kısmı develerde bir kısmı ise yayandı. En yakın yoldan doğruca Kâ’be’ye yöneldiler. Herkeste belden yukarısını örten bir kumaş parçası vardı. Mescide girildiğinde Peygamber (s.a.v) üstündeki elbiseyi düzeltti. Omuzunu açıkta bırakarak kumaşı sağ kolunun altından geçirdi, iki ucu sol omuzundan çaprazlama geçirerek öne ve arkaya sarkıttı. Diğerleri de onun gibi yaptılar. Peygamber (s.a.v) bineğinin üstünde, “Kâ’be’nin güneydoğu köşesine doğru ilerledi ve asası ile Haceru’l-Esved’e dokundu. Daha sonra Kâ’be’nin etrafını yedi kez dolaştı, yani tavaf etti. Tavaftan sonra Safa tepesinin eteklerine gitti ve Safa ile Merve arasında yedi kez gidip geldi. Sa’y adı verilen bu yürüyüş kurban develerinin bulunduğu Merve tepesinde son buluyordu. Peygamber (s.a.v) orada bir deve kurban etti ve Hudeybiye’de de aynı görevi yerine getiren Hiras’a başını tıraş ettirdi. Umre farizası burada son buluyordu.
Daha sonra putlarla dolu olmasına rağmen Kâ’be’ye girmek niyetiyle Mescid-i Harâm’a doğru yöneldi. Fakat Kâ’be’nin kapıları kapalıydı ve anahtar da Abdu’d-Dâr kabilesinden bir adamdaydı. Peygamber (s.a.v) anahtarı istemek üzere bir adam gönderdi.
Fakat Kureyş liderleri bunun anlaşmada yer almadığını ve Kâ’be’ye girmenin haccın farzlarından olmadığını söylediler. Bu nedenle Müslümanlardan hiç kimse o yıl Kâ’be’ye giremedi. Fakat güneş en yüksek noktasına ulaştığında Peygamber (s.a.v) Bilâl (r.a.)’e Kâ’be’nin çatısına çıkıp ezan okumasını söyledi. Onun gür sesi tüm Mekke vadisini doldurdu ve ilk önce tekbir, daha sonra da kelime-i şehâdet sesleri Mekke etrafındaki tepelere kadar ulaştı: “Şehaâdet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed Allah’ın Rasûlü’dür.” Ebû Kubeys tepesindeki Kureyş liderleri Bilâl’i açıkça görebiliyorlardı ve zenci bir köleyi Kâ’be’nin çatısında görünce çok kızdılar. Bu durumun düşman için birçok ilave başarılara neden olacak bir zafer olduğunun da farkındaydılar. Bu nedenle bir yıl önce kendi lehlerine görünen anlaşmayı imzaladıklarına pişman olmuşlardı.
Hacılar boş şehirde üç gün geçirdiler. Peygamber (s.a.v)’in çadırı mescide kurulmuştu. Geceleri gizlice Müslüman olan Mekkeliler tepelerden sessizce iniyor ve Müslümanların kampında sevinçli dakikalar yaşanıyordu. Kureyş’in Müslüman olmasına ses çıkarmadığı Abbâs (r.a.), açıkça bu üç günün çoğunu Peygamber (s.a.v)’le birlikte geçirmişti. İşte bu sırada karısının kardeşi Meymûne’yi Peygamber (s.a.v)’e eş olarak teklif etmiş, o da kabul etmişti. Meymûne ve Ümmü’l-Fadl öz kardeştiler. Onların yanı sıra, Abbâs’ın evinde, bu ikisinin üvey kardeşi ve Hamza’nın dul eşi Selmâ ile kızları Ümâre de kalıyordu. Ali (r.a.) kuzenlerinin yani Hamza (r.a.)’nın kızının putperestler içinde bırakılmaması gerektiğini söyledi. Peygamber (s.a.v) ve Abbâs (r.a.) da bu öneriyi kabul ettiler. Ümâre’nin hacılarla birlikte gelen Fâtıma’nın yanına, onun devesine binmesine karar verildi.
Üç günün sonunda Süheyl ve Huveytib, Ebû Kubeys’den indiler ve Sa’d İbn Ubâde (r.a.) ve bir grup ensâr ile birlikte oturan Peygamber (s.a.v)’e, “Zamanınız bitti bizden uzaklaşın” dediler. Peygamber (s.a.v), “Evliliğimi sizin aranızda yapıp, size düğün yemeği sunmam için bir süre daha burada kalmamın ne gibi bir zararı olabilir?” cevabını verdi. Onlar, “Senin vereceğin ziyafete ihtiyacımız yok, bizden uzaklaş. Ey Muhammed! Senden Allah adına ve aramızdaki anlaşma adına ülkemizi terk etmeni istiyoruz. Bu üçüncü geceydi ve geçti” dediler. Onların bu saygısız ve nezâketsizliğine Sa’d çok sinirlenmişti; fakat Peygamber (s.a.v.) onu teskîn etti ve “Ey Sa’d bizi kampımızda ziyaret edenlere kötü söz söyleme!” dedi. Daha sonra karanlık çökmeden bütün Müslümanların şehirden ayrılması için emir verdi. Fakat hizmetçisi Ebû Rafi’yi, Meymûne’yi getirmek üzere Mekke’de bıraktı. Meymûne geldiğinde haram bölgenin birkaç mil dışında Serif denilen yerde düğün yapıldı.
Bu yeni bağ, düşmanla daha önceden tahmin edilmeyen bir ilişkiye neden oldu. Meymûne, Ümmü’l-Fadl ve üvey kardeşleri Selmâ ve Esma hep bir annenin çocuklarıydı. Fakat Meymûne ve Ümmü’l-Fadl’ın babaları tarafından da ‘Asma’ adında bir üvey kardeşleri vardı. Mahzûm’lu Velîd’in dul eşi olan ‘Asma’nın Velîd’den Hâlid adında bir oğlu olmuştu. Hâlid şimdi Peygamber (s.a.v)’e hanımının yeğeni olması nedeniyle akrabalık bağıyla bağlanmış oluyordu.
Medîne’ye döndükten kısa bir süre sonra bir gün Peygamber (s.a.v) öğle uykusundan ateşli bir tartışma sesiyle uyandı. Tartışanların seslerinden onları Ali (r.a.), Zeyd (r.a.) ve Ca’fer (r.a.) olduklarını anladı. Tartıştıkça bir karara varmaktan daha da uzaklaşıyorlardı. Peygamber (s.a.v) odasının kapısını açıp dışardan onları çağırdı ve tartışma konusunun ne olduğunu sordu. Sorunun bir şeref sorunu olduğunu ve Medîne’ye geldiğinden beri Ali (r.a.)’nin evinde kalan Hamza’nın kızı Ümâre (r.a.) üzerinde hangisinin daha çok hakka sahip olduğunu tartıştıklarını söylediler. “Bana gelin” dedi. Peygamber (s.a.v) “Aranızda hükmü ben vereceğim.” Hepsi oturduktan sonra ilk önce Ali (r.a.)’ye dönerek bu konuda ne düşündüğünü sordu. Ali, “O benim amcamın kızı, onu Mekke’den ben getirdim, bu yüzden onun üzerinde en çok benim hakkım var” dedi. Peygamber (s.a.v) daha sonra Ca’fer’e döndü. O da, “O benim amcamın kızı ve annesinin kız kardeşi benim evimde” dedi. Ca’fer’in karısı Esmâ (r.a.) Ümâre’nin teyzesiydi. Zeyd ise sadece, “O benim kardeşimin kızıdır” dedi. Çünkü Peygamber (s.a.v) Medîne’ye ilk geldiklerinde Hamza ile Zeyd’i kardeş yapmıştı. Hamza (r.a.) da kendi ile ilgili bütün işlere Zeyd (r.a.)’in bakmasını vasiyet etmişti. Üçü de bu şeref meselesinde kendisinin haklı olduğunu düşünecek nedenlere sahipti. Bu nedenle Peygamber (s.a.v) kararını açıklamadan önce hepsini de öven sözler söyledi. İşte o zaman Ca’fer’e: “Görünüşün ve karakterin bana benziyor”[273] demişti. Hepsini övücü sözlerle memnun ettikten sonra Ca’fer’in lehine olan kararını açıkladı. “Onun üzerinde en çok senin hakın var” dedi. “Annenin kız kardeşi de bir annedir”. Ca’fer hiçbir şey söylemedi; fakat ayağa kalkıp Peygamber (s.a.v)’in etrafında dans ederek bir daire çizdi. Peygamber (s.a.v), “Ca‘fer bu da ne?” diye sordu. O şu cevabı verdi: “Habeşistanlıların krallarına yaptıkları bir şeref gösterisi. Necâşî ne zaman birine sevineceği bir şey verse o adam ayağa kalkar ve onun etrafında dans eder.”
Bundan kısa bir süre sonra Peygamber (s.a.v) Ümâre (r.a.) ile, kendi üvey oğlu Seleme (r.a.)’yi evlendirdi. Seleme’nin babası Ebû Seleme, Hamza’nın kız kardeşi Berre’nin oğlu olduğu için Seleme aynı zamanda Ümâre’nin kuzeni oluyordu. Bu evlilik sırasında Peygamber (s.a.v), “Şimdi Seleme’ye borcumu ödedim mi?” demişti. Bu sözleriyle Peygamber (s.a.v) Seleme, annesi Ümmü Seleme’yi kendisine verdiği için ona borçlu olduğunu ve karşılığında da ona bir gelin vererek bu borcunu ödediğini belirtmek istiyordu.
Kureyş’in ileri gelen birçok adamı Peygamber (s.a.v)’in Mekke’ye girişine şahit olmuşlardı. Fakat Hâlid ve Amr, ne Ebû Kubeys’de ne de diğer tepelerde kamp kuranlar arasında yoktu. İkisi de Peygamber (s.a.v)’in şehre yaklaşmasından kısa bir süre önce şehirden ayrılmışlardı. Ayrılış kararları birbirinden bağımsızdı ve ayrılma nedenleri de birbirinden farklıydı. Fakat bir noktada aynı görüşü paylaşıyorlardı: “Hudeybiye Anlaşması Peygamber (s.a.v) için moral bir zafer olmuştu ve onun Mekke’ye girmesi ona karşı dayanma gücünün artık yok olması anlamına geliyordu. Fakat Amr’ın İslâm’a düşmanca tutumunda bir değişiklik olmamıştı. Oysa Hâlid birkaç yıl öncesinden beri kararsızlık içindeydi. Dıştan bakıldığında bunu görmek olanaksızdı: Çünkü o Kureyş’in Peygamber (s.a.v)’e karşı yaptığı her savaşta yerini almıştı. Fakat daha sonraları, Uhud’dan ve Hendek’ten dönüşte savaşın anlamsız olduğunu ve sonunda nasılsa Muhammed’in (s.a.v) zafer kazanacağını düşündüğünü itiraf etmiştir. Peygamber (s.a.v) Hudeybiye’ye giderken, onun süvari birliğinin gözünden kaçıp gidince de Hâlid, “Bu adam gerçekten korunmuş” diye bağırdığını söylemiştir. Bu, onun İslâm’a karşı giriştiği son hareket olmuştu. Bundan sonra da Müslümanlar Hayber’de zafer kazanmışlardı.
Hâlid’i meşgul eden başka tür düşünceler de vardı: İstememesine rağmen Peygamber (s.a.v) için kişisel bir sevgi besliyordu. Ölmeden önce kardeşi Velîd’in kendisine bıraktığı mektuptan da Peygamber (s.a.v)’in kendisini sorduğunu ve “Eğer o güçlü enerjisi ile putperestlere karşı İslâm’ı desteklerse kendisi için çok iyi olur, biz de onu diğerlerine tercih ederiz” dediğini öğrenmişti. Velîd de, “Ey kardeşim, işte neleri kaybettiğini gör” diye eklemişti.
Bunların yanı sıra bir de ailesindeki bazı değişiklikler Hâlid’i etkilemişti. Uzun süreden beri Peygamber (s.a.v)’in taraftarı olan Hâlid’in annesi ‘Asma (r.a.) kısa bir süre önce Müslüman olmuştu. Şimdi ise teyzesi Meymûne (r.a.) Peygamber’in eşi idi. Bu evlilikten kısa bir süre sonra Hâlid rüyasında kendisinin her tarafı kapalı ve kıraç bir ülkede olduğunu görmüştü. Daha sonra bu ülkeden çıkıp her tarafı yeşil ve verimli otlaklarla kaplı bir ülkeye gitmişti. Hâlid bunun bir rüya veya bir hayal olduğunu düşünüyordu. Bunu kendisine göre yorumlayarak Medîne’ye gitmeye karar verdi. Fakat yanında bir arkadaşla birlikte gitmek istiyordu. Kendisi gibi düşünen başka kimse yok muydu acaba? Şimdi orada olmayan Amr’ın yanı sıra, onun en yakın arkadaşları İkrime ve Safvân’dı. Hâlid, ikisini de çağırdı; fakat Safvân, “Bütün Kureyşliler Muhammed’in peşinden gitseler bile ben onun peşinden gitmem” dedi. İkrime de buna benzer bir şey söylemişti. Hâlid ikisinin de babalarını Bedir’de kaybettiklerini, Safvân’ın bir de kardeşini kaybettiğini aklından çıkarmamıştı. Üzgün olarak yalnız başına yola koyuldu. Fakat evinden ayrıldıktan kısa bir süre sonra Abdu’d-Dâr’dan Talha’nın oğlu Osman -yıllar önce Ümmü Seleme’yi Mekke’den Medîne’ye götüren adam- ile karşılaştı. Osman, Hâlid’in İkrime ve Safvân’dan daha yakın bir arkadaşıydı. Fakat daha önce geçirdiği iki deneyim Hâlid’i suskun kılmıştı. Bunun yanı sıra Osman’ın Uhud’da babasını, iki amcasını ve dört kardeşini kaybettiğini hatırlamıştı. Bir süre sessizce birlikte yol aldılar. Sonra Hâlid birdenbire konuşmaya karar verdi ve araştıran gözlerle, “Bizim durumumuz, deliğindeki tilkinin durumundan daha parlak değil. Sadece bir kova su döksen dışarı çıkmak zorunda kalır.” dedi. Yüz ifadesinden Osman’ın kendisinin ne demek istediğini anladığını hisseden Hâlid, nereye ve niçin gittiğini anlattı. Zaten uzun süreden beri bu düşüncede olan Osman da onunla birlikte gelmeye karar verdi. O, evden bazı ihtiyaçlarını almak için gittiğinde, Hâlid onu beklemeyi memnuniyetle kabul etti. Ertesi sabah ikisi birlikte Medîne’ye doğru yola çıktılar.
Amr’a gelince, o İslâm konusunda İkrime ve Safvân’la aynı fikirdeydi. Fakat durumun tehlikesini onlardan daha iyi anlıyordu. Bu nedenle kendisini bir lider gibi kabul eden Sehl ve diğer kabilelerden bir grup genci birlikte Habeşistan’a gitmeye ikna etti. Onlara, eğer Muhammed (s.a.v) sonuçta zafer kazanırsa kendilerinin emin bir himaye altında olacaklarını, Kureyş kazanırsa tekrar Mekke’ye dönme olanaklarının varolduğunu söyledi. “Muhammed (s.a.v)’in yönetiminde olmaktansa Necâşî’nin yönetiminde oluruz” dedi, diğerleri de onu doğruladılar.
Amr akıllı bir politikacı ve kolayca yılmayan azimli bir adamdı. Ca’fer (r.a.) ve arkadaşlarının güçlü etkisini yok sayarak yaptığı büyük hataya rağmen, Müslümanların adını anmadan yıllarca Necâşî ile ilişkisini devam ettirmişti. Şimdi Müslümanlar o ülkeyi terk etmişler ve Medîne’ye gitmişlerdi. Amr, onların gitmesiyle Necâşî’nin yeni dine duyduğu ilginin de yok olduğunu zannediyordu. Huzura ilk çıktığında götürdüğü deri hediyeler memnuniyetle kabul edildi. Necâşî o denli memnun gözüküyordu ki Amr himaye istemeye karar verdi. Fakat bu izni isterken, Muhammed (s.a.v)’den küçümseyerek bahsetti. Ama bu, kralın birdenbire çok sinirlenmesine neden oldu. Amr çok şaşırmıştı: Necâşî’nin söylediklerinden, kendisi için bu ülkede bir gelecek kurabilmesinin -deri hediyelerden çok- Müslüman olmasına bağlı olduğu ortaya çıkıyordu. Bu himayeyi İslâm’dan kurtulmak için istemişti. Fakat şimdi yeni dine karşı koyma gücü zayıflamaya başlıyordu. Muhammed (s.a.v)’in peygamberliğini kasdederek “Ey kral, buna gerçekten şehadet ediyor musun?” dedi. Necâşî, “Tanrı huzurunda buna şehadet ediyorum” dedi. “Ey Amr! Benim söylediğimi yap ve onu izle. Tanrı’ya andolsun o hak. Mûsâ’nın Firavun ve taraftarlarına galip gelmesi gibi, o da önüne konulan tüm engellere galip gelecek.”
Tarih, Amr’ın arkadaşlarının isimlerini ve ne yapmaya karar verdiklerini kaydetmemiş. Fakat Amr kendisini Yemen sahillerine götüren bir gemiye bindi. Sahile vardığında bir deve ve birçok yiyecek alıp kuzeye doğru yola çıktı. Mekke’den Medîne’ye giden sahil yolundaki ilk konaklardan biri olan Hedde’ye vardığında. Hâlid ve Osman’la karşılaştı. Yolculuğun geri kalan bölümünü birlikte yaptılar.
Üçü de Medîne’de sevinçle karşılandılar. Hâlid, Peygamber (s.a.v) hakkında, “Selâmımı aldığında yüzü parlıyordu” dedi. İlk biat eden Hâlid oldu. “Allah’tan başka ilah olmadığına ve senin Allah’ın rasûlü olduğuna şehadet ederim” dedi. “Seni hidayete ulaştıran Allah’a hamdolsun” dedi. Peygamber (s.a.v), “Her zaman sende, seni sonuçta iyiden başka bir şeye götürmeyecek olan bir akıl görürdüm.” “Ey Allah’ın Rasûlü” dedi, Hâlid (r.a.): “Hakka engel olmak için yapılan savaşların hepsinde sana karşı savaştığımı gördün. Allah’a dua et de Allah bunları affetsin.” Peygamber (s.a.v), “İslâm kendisinden önce her şeyi kesip atar” dedi. “Bu kadar çok olsa da mı?” dedi, Hâlid. Hâlâ yüzünde üzüntü izleri taşıyordu.Bu nedenle Peygamber (s.a.v), “Allah’ım! Hâlid’i senin yoluna koyduğu engeller nedeniyle cezalandırma, affet” diye dua etti. Daha sonra Osman (r.a.) ve Amr (r.a.) da kelime-i şehâdet getirdi. Amr daha sonraları, o anda Peygamber (s.a.v)’e duyduğu saygıdan başını kaldırıp onun yüzüne bakamadığını anlatırdı.
Amr’ın kardeşi ve Ömer (r.a.)’in kuzeni olan Hişâm Hendek Savaşı’ndan kısa bir süre önce Mekke’den Medîne’ye kaçmıştı. Daha sonra ona Amr’ın oğlu olan yeğeni Abdullah da katılmıştı. Abdullah on altı yaşında bir gençti ve çok samimi bir Müslümandı, çoğu günü oruçlu geçirirdi. Sahâbe arasında en bilgili kişilerden biri olmayı da başarmıştı. Peygamber (s.a.v) ona kendi sözlerini yazma izni vermişti. Abdullah ve Hişâm, hep Amr’ın Müslüman olması için dua ediyorlardı. Bu nedenle Medîne’de tekrar bir araya gelmeleri hem Amr, hem de onlar için büyük bir sevinç unsuru oldu.
Bu aylarda sevince neden olan olaylardan ikisi de Ca’fer (r.a.) ve Ali (r.a.)’nin ağabeyi Akîl (r.a.) ile Mut’im’in oğlu Cübeyr (r.a.)’in Müslüman olmasıydı. Bedir’de alınan esirleri fidye karşılığı geri almak üzere geldiğinde Cübeyr’in kalbine yerleşen inanç, artık bir kenara atılmayacak dereceye gelmişti. Akîl (r.a.) biat etmek için geldiğinde, Peygamber (s.a.v) ona, “Seni iki tür sevgi ile seviyorum; biri bana akrabalık bağı olarak yakın olman, ikincisi ise sana amcam için beslediğim sevgi” dedi.

72-ÖLÜMLER VE BİR DOĞUM VAADİ
Hicret’in sevinç dolu bu sekizinci yılının başlarında aynı zamanda bazı üzüntüler de yaşanıyordu. Peygamber (s.a.v)’in ailesinde meydana gelen ölümlerden ilki, kızı Zeyneb’in ölümüydü. Babası ölürken Zeyneb’in yanındaydı, damadına ve torununa teselli dolu sözler söyledi. Daha sonra Sevde ve Ümmü Seleme (r.a.) ile birlikte Ümmü Eymen (r.a.)’e cenazeyi gömülmeye hazır hale getirmelerini söyledi. Ölüye gusül abdesti aldırdıktan sonra Peygamber (s.a.v) içine giydiği bir elbiseyi çıkardı ve onlara cenazeyi bu kumaşa sarmalarını söyledi. Daha sonra cenaze namazını kıldırdı ve mezarın başında dua etti.
Peygamber (s.a.v)’e çocuk doğuran tek karısı Hatîce idi. Medîneliler, Peygamber (s.a.v)’in Medîne’de de bir çocuğunun doğmasını istiyorlardı. Şu anda yaşayan eşleri arasında sadece ikisinin -Ümmü Seleme (r.a.) ve Ümmü Habîbe (r.a.) -kendisinden önceki kocalarından çocukları olmuştu. Her yeni evlilikte Medîneliler bir çocuk doğması ümidiyle sevince kapılıyorlar; fakat bir müddet sonra tüm sevinçleri yok oluyordu. Çünkü Peygamber (s.a.v)’in Hatîce’den sonra evlendiği hiçbir kadından çocuğu olmamıştı. Fakat kızının ölümünden kısa bir süre sonra, onun tekrar baba olacağı ortaya çıktı. Kıptî cariyesi Mâriye bir çocuk bekliyordu. Medîneliler, Peygamber (s.a.v)’in onu çok sevdiğini bildikleri ve onu sevindirmek istedikleri için zaten Mâriye’ye çok iyi davranıyorlardı. Bu haberi duymalarıyla ona besledikleri sevgi ve ilgi iki katına çıktı. Umre’den döndükten yaklaşık üç ay sonra Peygamber (s.a.v), Suriye sınırındaki kabilelere barışçıl amaçlarla on beş elçi gönderdi. Fakat onların dostça selamlarına ok yağmuru ile cevap verildi. Dövüşmek zorunda kalan elçilerin biri hariç hepsi öldürüldü.
Bir tek ölümle sonuçlanan, fakat daha büyük politik öneme sahip olan bir olay daha meydana geldi. Peygamber (s.a.v) daha önceden Dihye el-Kelbî’yi Kayser’e yazdığı ve cevap alamadığı mektupla birlikte Busra valisine göndermişti. Gassan’lı bir kabile başkanı, Busra’ya gönderilen ikinci elçinin yolunu kesmiş ve elçiyi öldürmüştü. Çoğunlukla Hıristiyan olan Gassan’lıların Kayser’in elçisinden yardım isteme riskine rağmen, bu tür bir hareket cezasız bırakılamazdı.
Peygamber (s.a.v), üç bin kişilik bir ordu topladı ve Zeyd (r.a.)’in kumandasında Gassan’lılara gönderdi. Eğer Zeyd (r.a.) öldürülürse yerine Ca’fer (r.a.), o öldürülürse Abdullah İbn Revâha (r.a.) geçecekti. Üçü de öldürülürse, ordu kumandanını kendi seçecekti. Daha sonra Peygamber (s.a.v) Zeyd’e beyaz bir sancak verdi ve diğer arkadaşlarıyla birlikte, orduyu Uhud’un kuzeyindeki iki tepe arasındaki veda geçidine kadar yolcu etti.
Abdullah’ın yanında velâyeti altında olan yetim bir çocuk vardı, onu semerin arkasına bindirmişti. Yol boyunca çocuk, Abdullah’ın Suriye sınırları içinde kalma isteğini ifade eden mısralar okuduğunu duydu. “Bu mısraları duyunca ağladım” dedi çocuk, “Benim ağladığımı görünce kamçısının ucu ile bana dokundu ve ‘Zavallı arkadaşım, niye üzülüyorsun? Eğer Allah bana şehitlik nasib eder; ben de bu dünyadan, meşakkatlerinden, dertlerinden, acılarından ve olaylarından kurtulursam, sen semerin üstünde rahat olarak geri döneceksin’ dedi. Bundan sonra, geceleyin yapılan bir molada iki rekat namaz kıldı ve arkasından uzun süre dua etti. Daha sonra beni çağırdı. Ben, ‘Buradayım, emrindeyim’ dedim. O, ‘İnşallah bu şehadettir’ dedi.”
Ordu Suriye sınırına geldiğinde, sadece tüm kuzey kabilelerinin değil, Kayser’in temsilcisinin de birleşip kendilerine karşı savaşacağını duydular. Hepsi birlikte ordunun yüz bin kişi kadar olduğu söyleniyordu. Tabii ki bunda abartma payı da vardı. Bununla birlikte Zeyd (r.a.) bir savaş konseyi toplamaya karar verdi. Adamların çoğu bu durumun hemen Peygamber (s.a.v)’e bildirilmesi gerektiği kanaatindeydiler. Peygamber (s.a.v) ya onlara geri dönme emri verir ya da yardımcı kuvvet gönderirdi. Fakat Abdullah bu fikre karşı çıktı. Konuşmasını Uhud’dan önce söylenen ve gelenekte birçok savaştan önce söylenecek olan karşı konulamayacak bir cümle ile bitirdi: “Önümüzde iki iyi şeyden biri var; ya zafer ya şehitlik -Cennet bahçelerindeki kardeşlerimize katılıp onlara arkadaşlık etmek- O halde haydi ileri!”
Abdullah’ın bu sözleri etkili oldu ve ordu kuzeye doğru ilerlemeye devam etti. Şimdi uzun ve derin yatağından doğu sınırında yükselen tepelerle ayrılmış olan Ölü Deniz’in güney ucundan çok uzakta değillerdi. Birkaç saatlik yürüyüşten sonra düşmanı gördüler. Bizans kuvvetleriyle birleşmiş olan Arap ordusunun gerçek sayısı ne olursa olsun, Müslümanlar ilk bakışta onların kendilerinden kat kat fazla olduğunu fark ettiler. Sayıca bu kadar dengesiz bir savaş deneyimleri yoktu ve hiçbiri şimdiye kadar imparatorluğun süvarilerinde gördükleri kadar zengin savaş aletleriyle karşılaşmamıştı. Bizans süvarileri ortada, Arap kuvvetleri ise iki yanında yer alıyordu. Bedir’de Akankal tepelerinden inen Kureyş ordusunun şimdi gördükleri orduyla karşılaştırıldığında çok az silah ve zırhı vardı. Bunun yanı sıra düşman ordusu onların gelişini bekliyordu ve lejyonlar savaş konumunda onları karşılamaya hazır bekliyorlardı.
Arazinin eğimi kendi aleyhlerine olduğu için hemen karşı karşıya gelmekten kaçınan Zeyd (r.a.), güneye, Mu‘te’ye doğru çekilme emri verdi. Orada arazi bakımından avantajlı olacaklardı ve savaş düzenine girme fırsatları olacaktı. Sayıca çok fazla olduklarının farkında olan düşman ordusu, Müslüman ordusunu Mu‘te’ye kadar izledi. Düşman ordusu yaklaştığında, onların beklediği gibi geri çekilme yerine Zeyd, saldırı emri verdi.
O anda Peygamber (s.a.v) için Medîne ile Mu‘te arasındaki uzaklık yok olmuştu. Peygamber (s.a.v) beyaz sancağı ile Zeyd’in orduyu nasıl düşmana doğru ilerlettiğini görüyordu. Onun yere düşene kadar birçok ölümcül yara aldığını, arkasından sancağı Ca’fer (r.a.)’in alıp onun da şehid olana kadar savaştığını gördü. Daha sonra sancağı Abdullah aldı. Onun yönettiği saldırı düşmanın ölüm saçması ve kendisinin de şehadetiyle sonuçlandı; adamları düzensiz bir şekilde geri çekildiler. Ensârdan biri olan Sâbit İbn Erkam (r.a.) sancağı aldı ve Müslümanlar tekrar düzene girdiler. Bunun üzerine Sâbit sancağı Hâlid’e vermek istedi. Fakat Hâlid (r.a.) bu şerefe Sâbit (r.a.)’in daha çok hakkı olduğunu söyleyerek kabul etmedi. Sâbit, “Al şunu! Ben sadece sana vermek için onu yerden almıştım” dedi. Bunun üzerine Hâlid kumandayı aldı ve safları birbirine yaklaştırdı. Düşmanın düzenli yaklaşmasını değerlendirip Müslümanların iyi bir saldırı düzeni kurmaları için geri çekilmelerini sağladı. Saldırı karşı tarafın zaferiyle sonuçlandı; fakat bu başarıdan hiçbir şey elde edemediler. Müslümanlardan ise, üç lider dışında sadece beş kişi şehid olmuştu. Bu nedenle bu bir bakıma Hâlid (r.a.) için bir zaferdi. Peygamber (s.a.v) savaşta Zeyd (r.a.), Ca’fer (r.a.) ve Abdullah (r.a.)’ın arka arkaya şehadetini anlattıktan sonra, “Daha sonra Allah’ın kılıçlarından biri sancağı aldı ve Allah onlar için yolu açtı” dedi. Yani Müslümanları güvene kavuşturan yolu açtı, demek istiyordu. Bu günden sonra Hâlid’e “Allah’ın kılıcı” adı verildi.
Peygamber (s.a.v) savaşı anlatırken gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Namaz vakti geldiğinde namazı kıldırdı ve her zaman yaptığının aksine, topluluğa yüzünü dönmeden, mescidden ayrıldı. Akşam ve yatsı namazlarında da aynen böyle yaptı.
O sırada Ca’fer’in evine gitmiş ve, “Ey Esmâ! Bana Ca’fer’in çocuklarını getir” demişti. Yüzündeki ifadeden şüphelenen Esmâ çocukları getirdi. Peygamber (s.a.v) onları öptü ve gözleri tekrar yaşlarla doldu. Esmâ, “Ey Allah’ın Rasûlü! Ey bana anamdan ve babamdan daha sevgili olan! Seni ağlatan ne? Yoksa Ca’fer ve arkadaşlarından haber mi aldın?” dedi. “Evet” dedi. Peygamber (s.a.v), “Bugün vuruldular.” Esmâ acı dolu bir çığlık attı, onu duyan diğer kadınlar yardıma geldiler. Peygamber (s.a.v) evine döndü ve birkaç gün süresince Ca’fer’in ailesine yemek hazırlanmasını emretti. “Acıları, onları, kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar meşgul ediyor” dedi. Ümmü Eymen (r.a.), Üsâme (r.a.) ve Zeyd (r.a.)’in ailesinden diğerleri Peygamber (s.a.v)’in evinde idiler. Onlara daha önceden Zeyd (r.a.)’in ölüm haberini vermişti. Eve dönerken Zeyd (r.a.)’in küçük kızının sokakta ağladığını gördü. Çocuk, onu görünce koştu ve kollarına atıldı. Peygamber (s.a.v) şimdi kendini tutamayarak ağlıyordu. Çocuğu göğsüne bastırdığında tüm vücudu hıçkırıklarla sarsılıyordu. Sa’d İbn Ubâde (r.a.) o sırada oradan geçiyordu. Kendi kendine teselli edecek bir şeyler araştırarak, “Ey Allah’ın Rasûlü, bu da ne?” diye mırıldandı. Peygamber (s.a.v), “Bu maşukunu arzulamayı seven biri” cevabını verdi.
O gece Peygamber (s.a.v) rüyasında Cennet’i gördü. Zeyd (r.a.), Ca’fer (r.a.), Abdullah ve savaşta şehid olanların hepsi cennetteydiler. Ca’fer (r.a.)’i melekler gibi uçarken gördü. Şafakta mescide gitti. Ashâb onun üzüntüsünün hafiflediğini fark ettiler. Namazdan sonra her zaman yaptığı gibi topluluğa döndü. Daha sonra Esmâ’ya gitti ve rüyasını anlattı. Esmâ teselli olmuştu.
Hâlid (r.a.) ve adamları Medîne’ye döndüğünde Peygamber (s.a.v) Mukavkıs’ın kendisine hediye ettiği beyaz katırı - Düldül- istedi. Ca’fer (r.a.)’in en büyük oğlunu bu katıra bindirerek karşılamaya gitti. Medîneli kadın ve erkekler yollara dökülmüştü. Ordu yanlarından geçerken onlara alaylı sözler söylediler ve kum attılar; “Kaçaklar!” diye bağırdılar. “Allah yolunda savaştan kaçtınız mı?” “Hayır” dedi, Peygamber (s.a.v); “onlar kaçak değil, fakat inşallah tekrar savaşa gitmek için geri dönenler.” Mu’te’deki geri çekilme, kuzeydeki Arap kabilelerine, yeni İslâm devletine karşı koyma cesareti verdi. Bundan bir ay sonra Belî ve Kuda’a kabilelerinin güneye yürümek amacıyla Suriye sınırında toplandıkları haberi geldi. Fakat bu kez Kayser’in orduları yardıma gelmemiş görünüyordu. Peygamber (s.a.v) Amr (r.a.)’ı üç yüz kişi ile birlikte gerektiğinde savaşmak, mümkün olduğunda da müttefik kazanmak üzere gönderdi. Amr (r.a.)’ın kumandan olarak seçilmesinin nedeni, bu kabilelerden biriyle Amr’ın akrabalık bağının olmasıydı. Amr’ın annesi Belî kabilesinden bir kadındı. Amr ordusuyla gece yolculuk yaparak ve gizli yerlerde kamplar kurarak dikkati çekmeksizin on gün içinde Suriye sınırına ulaştı. O yıl kış erken gelmişti. Bu kadar kuzeyde yaşamaya alışık olmayan Mekkeli ve Medîneliler son kamplarını kurar kurmaz hemen yakacak aramaya başladılar. Fakat Amr, küçücük bir ateş yakmayı bile yasakladı. Karşı gelenler şu sözlerle susturuldu: “Siz beni dinleyip itaat etmekle emrolundunuz, o halde öyle yapın.”
Amr, düşmanın beklediklerinden daha fazla sayıda toplandığını fark edince, şimdilik yerel yardımların da gelmeyeceğini tahmin ettiği için, hemen Cuheyne’li bir adamı Peygamber (s.a.v)’den yardımcı kuvvet istemesi için gönderdi. Ebû Ubeyde (r.a.) derhal iki yüz kişilik ek kuvvetle geldi. En yakın sahabelerden biri olduğu ve daha önceki bütün savaşlarda rol aldığı için Ebû Ubeyde (r.a.) kendisinin yetkili olmasını istiyordu. Fakat Amr (r.a.), yeni gelenlerin sadece yardımcı kuvvet olduğunu ve kendisinin genel kumandan olması gerektiğini vurguladı. Peygamber (s.a.v) Ebû Ubeyde (r.a.)’ye, iki kuvvet arasında tam bir birlik olmasına ve ayrılık olmamasına dikkat etmesini tenbih etmişti. Bu yüzden Ebû Ubeyde (r.a.) isteğinden vazgeçti ve Amr’a, “Eğer sen bana itaat etmeyeceksen, Allah’a andolsun ben sana itaat edeceğim” dedi. Peygamber (s.a.v) bu sözleri duyduğunda Ebû Ubeyde’ye rahmet diledi.
Amr, beş yüz kişilik ordusunu Suriye sınırından geçirip ilerlediğinde düşman dağıldı. Sadece kısa süren karşılıklı bir ok yağmuru oldu. Geri kalanı, oturanların kaçtığı boş kamp yerleriyle karşılaşmaktan ibaretti. Düşman kabileler orada olmadığı için, dost unsurlar -kişiler ve gruplar- ortaya çıktılar. Bu nedenle Amr (r.a.), Peygamber (s.a.v)’e Suriye sınırında İslâm’ın etkisini tekrar kurduğunu belirten bir mektup gönderdi.
Bu etki, artık Medîne vahasının her tarafındaki kabilelere yayılıyordu. Nedenler sadece manevî değildi. Artık Peygamber (s.a.v) tehlikeli, hesaba gelmez bir düşman ve güçlü, güvenilir ve cömert bir müttefik olarak tanınıyordu. O’nunla karşılaştırıldığında diğer müttefikler daha az çekici ve daha zararlı idi. Bazı durumlarda politik ve dinî dürtüler birbirinden ayrılamayacak denli bir bütün teşkil ediyordu. Fakat yavaş yavaş ilerleyen yine de güçlü ve etkili olan, politikadan ve mü’minlerin İslâm mesajını yaymak için yaptıkları açık girişimlerden bağımsız bir faktör vardı. Bu da yeni dini uygulayanları karakterize eden belirgin bir huzurdu. Allah’ın birliğini gösteren Kur’ân, aynı zamanda bir Rahmet ve Cennet kitabıydı. Rasûl’ün öğretileriyle birlikte onun âyetlerinin okunması, mü’minleri kapasiteleri dahilinde bazı şartları yerine getirdiklerinde kolayca ebedî saâdete kavuşabileceklerinden emin kılıyordu. Ortaya çıkan huzur, bir iman kriteri idi. Peygamber (s.a.v) şöyle diyordu: “Şartlar ne olursa olsun, inanan için hepsi iyidir.”

73-ANLAŞMANIN BOZULMASI
Anlaşmaya rağmen Bekr kabilesinden bir grup, Huza’a kabilesi ile aralarında varolan kan davasını sürdürüyordu. Amr (r.a.)’ın Suriye’ye gitmesinden kısa bir süre sonra Bekr’in bir kolu bir gece Huza’a’ya baskın yaptı ve onlardan birini öldürdü. Meydana gelen çatışmada -çatışmanın bir bölümü haram bölgede yapılmıştı- Kureyş’liler müttefiklerine silah vererek yardım ettiler. Gece karanlığında bir veya iki Kureyş’li de çatışmaya katıldı Huza’a kabilesinin Benî Kâ’b kolu, derhal Medîne’ye Peygamber’e (s.a.v) haber veren ve yardım isteyen bir grup heyet gönderdiler. Peygamber (s.a.v) onlara kendisine güvenebileceklerini söyledi ve ülkelerine geri gönderdi. Onlar gittikten sonra Âişe’ye gitti. Yüzünden çok sinirli olduğu anlaşılıyordu. Gusül etmek için bir miktar su istedi. Suyu üstüne dökerken Âişe (r.a.) O’nun, “Eğer Ka’b oğullarına yardım etmezsem, ben de yardım edilmeyeyim” dediğini duyuyordu.
O sırada Mekkeliler olayların muhtemel sonuçlarını düşünerek tedirgin oldular. Bu nedenle, eğer gerekirse, Peygamber (s.a.v)’i yatıştırmak üzere Ebû Süfyân’ı gönderdiler. Ebû Süfyân yolda geri dönen Huza’alı elçilere rastladı ve çok geç kalmış olmaktan korktu. Peygamber (s.a.v)’in düşünceli halini görünce korkusu daha da arttı. “Ey Muhammed!” dedi, “Hudeybiye antlaşmasında ben yoktum. Müsaade et de şimdi bu antlaşmayı güçlendirelim ve uzatalım.” Peygamber (s.a.v) onun ricasını şu soruyla cevapladı: “Sizin tarafınızdan hiç onu bozan oldu mu?” Ebû Süfyân tedirgin bir şekilde, “Allah korusun!” dedi. Peygamber (s.a.v), “Biz de aynı şekilde Hudeybiye’de yaptığımız anlaşmaya aynı süre için uyuyoruz. Onu değiştirmeyeceğiz. Onun yerine başka bir anlaşmayı da kabul etmeyeceğiz” dedi. Daha fazla söyleyecek bir şeyi olmadığı anlaşılıyordu. Bu nedenle Ebû Süfyân kendisine yardım etmesi ümidiyle kızı Ümmü Habîbe’ye gitti. On beş yıldan beri görüşmüyorlardı. Odada oturulacak en iyi yer Peygamber (s.a.v)’in kilimiydi. Ebû Süfyân orada oturmaya niyetlendiğinde, kızı kilimi hemen onun altından çekti. Babası, “Küçük kızım” dedi; “bu kilim mi benden daha değerli, yoksa ben mi bu kilime oturmayacak kadar değerliyim?” Kızı, “Bu Peygamber (s.a.v)’in kilimi, sen ise putperestsin ve temiz değilsin” dedi. Daha sonra şunları ekledi: “Babacığım sen Kureyş’in büyüğüsün ve onların liderisin. Nasıl oldu da İslâm’a girmedin ve nasıl oldu da, ne gören ne de duyan taşlara tapıyorsun?” Ebû Süfyân, “Allah Allah!” dedi. “Muhammed’in dinine uymak için atalarımın yaptığı şeylerden mi vazgeçeceğim?” Kızından hiçbir yardım göremeyeceğini anlayan Ebû Süfyân, anlaşmayı yenilemek için aracı olmalarını istediği Ebû Bekir (r.a.) ve diğer sahâbilere gitti. Çünkü Peygamber açıkça söylemediği halde o, bir önceki çatışma nedeniyle anlaşmanın bozulduğundan artık emindi. Fakat bu aynı zamanda anlaşmanın tekrar yenilenmesine sebep teşkil edebilirdi. Yani eğer nüfuzlu bir adam, iki grup arasında teker teker genel bir himaye açıklaması yaparsa kan dökülmesine engel olunabilirdi. Ebû Süfyân bu seçeneği Ebû Bekir’e önerdi. Fakat o sadece, “Ben Allah’ın Rasûlü’nün verdiği himaye sınırları içinde himaye verebilirim” dedi. Diğerleri de hemen hemen aynı cevabı verdiler. Ebu Süfyân son olarak iki kardeş olan Hâşim ve Abdu Şems’in torunları oldukları için akrabalık bağlarına güvenerek Ali (r.a.)’nin evine gitti. Fakat Ali şu cevabı verdi: “Yazıklar olsun sana Ebû Süfyân! Allah’ın Rasûlü senin teklifini geri çevirmeye karar verdi. Hiç kimse onun aleyhinde olduğu bir konu hakkında O’ndan olumlu bir ricada bulunamaz.” Çünkü sahabiler Kur’ân’da Peygamber’e de şöyle dendiğini biliyorlardı:
“İş konusunda onlarla müşâvere et. Eğer azmedersen Allah’a tevekkül et.” (Âl-i İmrân: 159)
Onlar Peygamber’in bir şeye karar verdiğinde artık onu kararından vazgeçirmenin imkânsız olduğunu deneyimlerinden biliyorlardı. Ebû Süfyân şimdi de kucağında Hasan’la yerde oturan Fâtıma (r.a.)’ya dönmüştü: “Ey Muhammed (s.a.v)’in kızı!” dedi. “Küçük oğluna, tek tek insanlar arasında himaye kurmasını emret ki, sonsuza dek Arapların başkanı olabilsin.” Fakat Fâtıma (r.a.), çocukların himaye edemeyeceklerini söyledi. Ebû Süfyân tekrar Ali (r.a.)’ye döndü ve ne yapması gerektiği konusunda ondan yalvararak yardım istedi. “Başka çaresi yok” dedi, Ali; “Sen kalkıp tek tek insanlar arasında himaye kurmalısın. Sen Kinâne’nin başkanısın.” Ebû Süfyân, “Bu bana bir şey kazandırır mı?” diye sordu. “Vallahi zannetmem” dedi. “Fakat bence yapabileceğin başka bir şey yok”. Bunun üzerine Ebû Süfyân, mescide gitti ve yüksek sesle: “Dinleyin, ben insanlara teker teker himaye veriyorum. Muhammed’in de beni onaylamaktan geri kalacağını zannetmiyorum” dedi. Daha sonra Peygamber (s.a.v)’e gitti ve “Ey Muhammed! Benim verdiğim himayeyi reddedeceğini zannetmiyorum” dedi. Fakat Peygamber (s.a.v) sadece şu cevabı verdi: “Ey Ebû Süfyân! Bu senin düşüncen.”
Peygamber (s.a.v) sefer hazırlıklarına başlanmasını emretti. Ebû Bekir kendisinin de sefere hazırlanmasının gerekip gerekmediğini sordu. Peygamber (s.a.v) ona hazırlanması gerektiğini ve Kureyş’e karşı sefere çıktıklarını söyledi. Ebû Bekir (r.a.), “Anlaşma süresinin bitmesini beklememiz gerekmez mi?” dedi. Peygamber, “Onlar bize ihanet ettiler ve anlaşmayı bozdular” dedi. “Ben de onların üstüne yürüyeceğim. Fakat sana söylediğim şeyi bir sır olarak sakla. İsteyen Allah’ın Rasûlü’nün Suriye için hazırlandığını zannetsin, isteyen Taif, isteyen de Hevâzin üzerine yürüyeceğimi düşünsün. Allah’ım! Kureyş’in bizi görmemesini ve yaptığımız hazırlıktan haber almamasını sağla. Böylece onları aniden ülkelerinde bastırabilelim.” Bu duasına cevap olarak Allah’tan, Hâtib adındaki bir muhâcirin sırrı öğrendiğini ve uyarmak üzere Kureyş’e bir mektup gönderdiğini bildiren bir haber geldi. Hâtib mektubu Mekke’ye gitmekte olan Muzeyne’li bir kadına vermişti. Kadın mektubu saçlarının arasına saklamıştı. Peygamber Zübeyr (r.a.) ve Ali (r.a.)’yi onun arkasından gönderdi. Ali (r.a.) ve Zübeyr (r.a.) mektubu kadının çantasında bulamayınca, onu üzerini aramakla tehdit ettiler. Bunun üzerine kadın mektubu verdi. Onlar da Peygamber (s.a.v.)’e götürdüler. Peygamber (s.a.v) mektubu yazanı yanına çağırttı. “Ey Hâtib, bunu niçin yaptın?” diye sordu. Hâtib, “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben gerçekten Allah’a ve Rasûlü’ne inanıyorum. Ben ne imanımı değiştirdim, ne de onun yerine gönlüme bir şey yerleşti. Fakat ben Mekke’de nüfûzu ve güçlü akrabaları olmayan bir adamım. Aralarında yaşayan oğlum ve ailem için onların desteğini kazanmak istedim” dedi. Ömer (r.a.), “Ey Allah’ın Rasûlü, bırak da kafasını uçurayım. Bu adam bir münafık” dedi. Fakat Peygamber (s.a.v) ona, “Ey Ömer! Allah’ın Bedir Savaşı’na katılanlara bakıp da ‘ne isterseniz yapın, çünkü sizi affettim’ demediğini ne biliyorsunuz?”[284] dedi.
Peygamber (s.a.v) yardımlarına güvenebileceği bazı kabilelere de gelecek ayın, yani ramazanın başında Medîne’de bulunmalarını haber veren elçiler gönderdi. Bedevîler bu isteğe samimiyetle karşılık verdiler. Kararlaştırılan gün geldiğinde, o zamana kadar Medîne’den yola çıkan en büyük ordu toplanmıştı. Hiçbir sağlıklı Müslüman geride kalmamıştı. Muhâcirler yedi yüz kişiydiler ve üç yüz atları vardı. Ensâr ise dört bin kişiydi ve beşyüz atları vardı. Yola çıktıktan sonra orduya katılan kabilelerle birlikte toplam on bin kişi oluyorlardı. Atlılar, develerle yolculuk ettiler; ve atlarını yedeklerinde götürdüler. Sahâbeden Peygamber’e çok yakın olan birkaç kişi hariç hiç kimse düşmanın kim olduğunu bilmiyordu.
Yarı yola geldiklerinde, Abbâs, Ümmü’l-Fadl ve oğullarıyla karşılaştılar. Abbâs artık Mekke’den ayrılıp Medîne’de yaşamaya başlama zamanının geldiğine karar vermişti. Peygamber (s.a.v) onlara da sefere katılmalarını teklif etti. Onların bu teklifi kabul etmesi, en çok Peygamber’le birlikte gelen Meymûne’yi sevindirmişti.
Ümmü Seleme (r.a.) de Peygamber’le birlikteydi. Verdikleri molalardan birinde Ümmü Seleme’ye, iki Kureyş’linin kendisini görmek istediği söylendi. Onlardan biri üvey kardeşi, yani babası ile Peygamber (s.a.v)’in halası Atîke’in oğlu Abdullah idi. Diğeri ise Peygamber’in en büyük amcası Hâris’in oğlu şair Ebû Süfyân idi. Bir zamanlar Halîme onu da emzirmişti. Ebû Süfyân yanında küçük oğlu Ca’fer’i de getirmişti. Gelenlerin ikisi de vahiyden önce Peygamber’e çok yakındılar, fakat vahy gelmeye başlayınca ona sırt çevirmişlerdi. Şimdi ise ondan af dilemeye gelmişlerdi. Ve Ümmü Seleme (r.a.)’den aracı olmasını istiyorlardı. Ümmü Seleme (r.a.) Peygamber (s.a.v)’e gitti ve “Karının kardeşi, yani halanın oğlu ve senin süt kardeşin olan amcanın oğlu buradadır” dedi. Fakat Peygamber (s.a.v), “Onları görmek için ben çağırmadım. Kardeşim -yani Ümmü Seleme’nin kardeşi- bana söyleyeceğini Mekke’de söyledi. Amcamın oğluna gelince, o bana leke getirdi” cevabını verdi. Ebû Süfyân şiirlerinde onu taşlamıştı. Ümmü Seleme onlar için yalvardı, fakat bunun bir faydası olmadı. Bunu Ebû Süfyân’a haber verince o; “Ya beni görmeyi kabul edecek, ya da ben oğlumun elinden tutup çöle gideceğim, açlık ve susuzluktan ölene kadar ilerleyeceğim. Sen -Peygamber’i kasdediyordu-akrabalık bağımız bir yana, en çok üzülen kişi olacaksın” dedi. Ümmü Seleme (r.a.) bunları Peygamber (s.a.v)’e anlattığında, Peygamber onlara acıdı[285] ve onları çadırında kabul etmeye razı oldu. İkisi de onun çadırına gelip Müslüman oldular.
Yolculuk sırasında Peygamber (s.a.v), yolun kenarında yeni doğmuş yavrularını emziren yere uzanmış bir dişi köpek gördü ve adamlarından birinin onu rahatsız etmesinden korktu. Bu nedenle, Demre’li Cu’ayl’e herkes yoldan geçene kadar köpeğin yanında beklemesini söyledi.[286] Peygamber (s.a.v)’in bu adama Amr adını vermesine rağmen, Cu’ayl adı hâlâ kullanılıyordu. Kudeyd’de orduya, Benî Süleym’den dokuz yüz atlı daha katıldı. Onların sözcülerinden biri, “Ey Allah’ın Rasûlü!” dedi; “Sen bizi iki yüzlü zannediyorsun, oysa biz senin dayılarınız -sözcü kendi kabilelerinden olan Hâşim’in annesi Atîke’yi kasdediyordu-. Bu nedenle bizi sınaman için geldik. Biz savaşta sebat sahibi, çatışmada cesur ve eğer üzerinde sağlam duran adamlarız.”
Medîne’den yola çıkan ana kuvvet gibi onlar da kendi bayrak ve flamalarını getirmişlerdi; fakat bunlar hemen açılmamış, sarılı duruyorlardı. Peygamber’den bayraklarını açmak için izin istediler ve ondan aralarında bir sancaktar seçmesini rica ettiler. Fakat sancakların açılma zamanı henüz gelmemişti. Çünkü onlara henüz nereye gittikleri bile söylenmemişti.
Yola çıkarken Peygamber (s.a.v) bir adam göndererek tüm orduya şu ilanı vermesini emretmişti: “Kim orucunu tutmak isterse bırakın tutsun, kim de orucunu açmak isterse bırakın açsın.” Ramazanda yolculuk söz konusu olduğunda, ramazandan sonra tutmak şartıyla oruç açma izni verilmişti. Peygamber ve çoğu kişi haram bölgeye yaklaşıncaya kadar oruçlarını bozmadılar. Yaklaştıkları zaman Peygamber, oruç açma emri verdi. Merr ez-Zehran’da konakladıkları zaman, oruç bozma sebeplerinin düşmana karşı güçlü olmak olduğunu orduya açıkladı. Bu iftar edilen yer konusunda birçok kişinin kafasında merak uyandırdı. Merr ez-Zehran’dan Mekke’ye bir günde uzun yolculuk yaparak veya kolayca iki günde ulaşılabilirdi. Fakat anlaşmaya bakıldığında, Kureyş’e karşı saldırıya geçmeleri imkânsız görünüyordu. Kamp kurdukları yer aynı zamanda düşman Hevâzin kabilelerinin yerleşim bölgesine giden yol üzerindeydi. Yoksa Peygamber (s.a.v) Hicaz’ın kuzeyindeki bostana sahip olduktan sonra şimdi de güney bostanını, Lât’ın tapınak merkezi olan Taif’i mi ele geçirmek istiyordu?
“Düşman kim?” sorusunun ağızdan ağıza dolaştığını duyan Kâ’b ibn Malik gönüllü olarak Peygamber’e gidip düşmanın kim olduğunu sormaya karar verdi. Fakat ona doğrudan sormaktan çekindiği için çadırın önünde oturan Peygamber (s.a.v.)’e gitti. Onun yanına diz çökerek bu sefer için yazdığı birkaç beyti okudu. Bu beyitlerde adamların kılıçlarını çekme noktasına geldiklerine; kendi aralarında düşmanın kim olduğunu soruşturduklarına ve eğer kılıçların dili olsa onların da aynı soruyu soracaklarına değiniliyordu. Fakat Peygamber’in cevabı gülümseme oldu. Ve Kâ’b hiçbir şey elde edemeden adamların yanına döndü.
Onların karşılaşacakları şeyi arzulamaları, Kureyş’in ve Hevâzin’in aynı soruya cevap araştırmalarıyla karşılaştırıldığında sadece kuru bir meraktan öteye gitmiyordu. Büyük Hevâzin kabilesi, Necd çölünün güney ucundaki tepeliklere yayılmış bir kabileydi. Taif de bu tepelerden birinin üzerindeydi. Taif’te yaşayan ve oradaki tapınağı koruyan Sakifliler, Hevâzin kabilesine Yesrib’den on bin kişilik bir ordunun yola çıktığını ve her ihtimale karşı hazır olmaları gerektiğini haber vermişlerdi. Hevâzin boylarının çoğu bu habere cevap verdi ve Taif’in kuzeyindeki uygun bir bölgeye asker yığmaya başladılar.
Kureyşliler ise Mekke’den çok Taif’in tehlikede olduğunu düşünmeyi tercih etmelerine rağmen, anlaşmayı bozduklarının farkındaydılar. Peygamber’in anlaşmayı reddetmesiyle birlikte, bu onları hemen hemen ümitsizlik noktasına getirdi. Peygamber (s.a.v) bunun farkındaydı. Bu nedenle, onların korkusunu daha da artırmak için karanlık bastırdığında herkesin dağılmasını ve birer ateş yakmasını emretti. Mescid-i Haram civarında on bin kamp ateşinin yandığı görülüyordu. Muhammed’in (s.a.v) ordusunun, korktuklarından daha büyük olduğunu bildiren haberler Mekke’ye ulaştı. Acele bir meclis toplantısından sonra Kureyşliler Ebû Süfyân’ın tekrar Peygamber’le görüşme teklifini kabul ettiler. Onunla birlikte, Bedir Savaşı’nı durdurmak için elinden geleni yapan Hatîce’nin yeğeni Hakim ve Hudeybiye’de Peygamber (s.a.v)’e yardım eden ve anlaşmanın bozulmasından sonra kabilesinden bazı adamlarla birlikte Medîne’ye giden Huzaa’lı Hudeyl de gittiler. Kampa yaklaştıklarında, beyaz bir katırın üstünde kendilerini karşılamaya gelen bir adam gördüler. Bu adam yolda Mekke’ye haber gönderebileceği bir adam bulma ümidiyle kamptan ayrılan Abbâs’tı. Ona göre, Kureyşliler çok geç kalmadan Peygamber’e bir heyet göndermeliydiler. Birbirlerini fark ettiklerinde selamlaştılar. Abbâs onları Peygamber’in çadırına götürdü. Ebû Süfyân, “Ey Muhammed!” dedi; “sen akrabalarına karşı bir kısmı tanınan bir kısmı tanınmayan bir sürü insanla geldin” Peygamber (s.a.v) onun sözünü keserek, “İhanet eden sizsiniz. Hudeybiye Anlaşması’nı siz bozdunuz. Benî Kâ’b’a da saldırdınız. Böylece Allah’ın haram bölgesine ve mescidine tecâvüz ettiniz” dedi. Ebû Süfyân konuyu değşitirmeye çalıştı ve “Sen asıl kızgınlık ve stratejini Hevâzin’e yöneltmeliydin. Çünkü onlar sana akrabalık yönünden uzak ve düşmanlıkta daha aşırıdırlar” dedi. “Ümit ederim ki,” dedi, Peygamber (s.a.v); “Rabbim bana bunların hepsini lütfedecek -Mekke’nin fethini, orada İslâm’ın zaferini ve Hevâzin’in bozgununu-. Yine ümit ederim ki, onların ailelerini esirler ve mallarını da ganimet olarak bahşedecek.” Daha sonra o üç adama dönerek: “Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Allah’ın Rasûlü olduğuma şehadet edin” dedi. Bunun üzerine Hakim ve Hudeyl hemen Müslüman oldular; fakat Ebû Süfyân, sadece “Allah’tan başka ilah yoktur” dedi ve sustu. Şehadetin ikinci bölümünü de tekrarlaması söylendiğinde, “Ey Muhammed! Nefsimde bununla ilgili hâlâ bir tereddüd var, ona biraz mühlet ver” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) amcasına, onları kendi çadırına götürmesini söyledi. Şafakta kampta sabah ezanı okunuyordu. Ebû Süfyân bu sesi duyunca şaşırmıştı. “Bu da nesi?” dedi, Ebû Süfyân. Abbâs, “Namaz” dedi. Ebû Süfyân, “Günde kaç defa namaz kılıyorlar?” diye sordu. Beş defa olduğunu söyleyince, “Tanrım, bu çok fazla!” dedi. Daha sonra adamların, Peygamber (s.a.v.)’in abdest suyundan bir damla alabilmek için itişip kakıştıklarını gördü. “Ey Fadl’ın babası, buna benzer bir bağlılık görmedim” dedi. Abbâs, “Yazıklar olsun, imana gel!” dedi. Ebû Süyfân, “Beni ona götür” dedi. Namazdan sonra Abbâs, onu tekrar Peygamber (s.a.v.)’e götürdü ve Ebû Süfyân orada kelime-i şehâdetin tamamını söyledi. Abbâs Peygamber’i kenara çekerek, “Ey Allah’ın Rasûlü! Ebû Süfyân’ın şeref ve ihtişâma ne denli önem verdiğini bilirsin. Bu yüzden ona bir şeyler lütfet” dedi. “Peki” diyen Peygamber (s.a.v.), Ümeyye’li liderin yanına gitti ve onu Kureyş’e döndüğünde şöyle demesini söyledi: “Kim Ebû Süfyân’ın evine girerse, güvenliktedir, kim kendi kapısını kitleyip içerde kalırsa güvenliktedir ve kim mescide girerse güvenliktedir.”
Linklerin Gorulmesine Izin Verilmiyor. Kayit ol ya da Giris Yap
 

hakansen967

  • Vip Üye
  • *****
  • İleti: 3625
  • Etkinlik:
    4.8%
  • Tesekkur Edildi: 870 kez
  • Rep Puanı: 574
  • Cinsiyet: Bay
    • ilahisözleri.net
Ynt: Mustafa Demirci - Hz.Muhammedin S.A.V Hayatı 16.cd
« Yanıtla #33 : 21 Aralık 2022, 14:43:57 »
74-MEKKE’NİN FETHİ
Çadırlar develere yüklendikten sonra Peygamber (s.a.v) bayrak ve sancakların kendisine getirilmesini istedi. Hepsini teker teker açtı ve seçtiği adamlara verdi. Abbâs’a vadinin en dar yerine kadar Ebû Süfyân’a eşlik etmesini ve orada durup, ordu oradan geçerken ne kadar büyük olduğunu gözlemelerini söyledi. Ebû Süfyân’ın daha sonra Kureyşlilere gidip mesajı iletecek zamanı olacaktı. Çünkü tek bir adam, bir ordunun geçemeyeceği kestirme yollardan giderek Mekke’ye daha kısa bir sürede ulaşabilirdi.
Ebû Süfyân ileride görülen bir bölüğün başındaki adama işaret ederek, “Bu kim?” dedi. Abbâs, “Velid’in oğlu Hâlid” dedi. Hâlid (r.a.) onların yanından geçerken üç tekbir getirdi: “ALLAHU EKBER!” Hâlid’in yanında Süleym’in atı vardı. Onları beş yüz kadar muhâcir ve diğerlerinden oluşan bölüğün başında yeşil sarıklı Zübeyr (r.a.) izliyordu. O da Ebû Süfyân’ın yanından geçerken üç kez tekbir getirdi. Adamlarının bir ağızdan onun söylediklerini tekrarlamasıyla tüm vadi yankılandı. Ordu, bölük bölük Ebû Süfyân’ın önünden geçiyordu; o her seferinde onların kim olduğunu soruyor ve her seferinde hayret ediyordu. Ya o kabile Kureyş’in etkisinden çok uzakta olduğu, ya da Gatafan kabilesinin Aşça’ kolunda olduğu gibi daha önceden Peygamber’e düşman kabileler bulunduğu için Ebû Süfyân çok şaşırıyordu. Aşça’ kabilesinin sancaklarından birini, daha önceden kendisinin ve Süheyl’in en yakın arkadaşları olan Nu‘aym taşıyordu.
Ebu Süfyân “Araplar içinde bunlar, Muhammed (s.a.v)’in en azılı düşmanlarıydı” dedi. Abbâs ona şu cevabı verdi: “Allah onların kalbine İslâm’ı soktu; bunların hepsi Allah’ın lütfu.”
En son geçen bölüklerden biri de Peygamber (s.a.v)’in sadece muhâcirlerden ve ensârdan oluşan kendi bölüğüydü. Üzerlerindeki çeliklerin parıltısı onlara gri-siyah bir görünüm veriyordu. Çünkü hepsi tepeden tırnağa zırh giymişlerdi ve sadece gözler görülebiliyordu. Peygamber kendi sancağını keşif koluna liderlik eden Sa’d İbn Ubâde’ye vermişti. Sa’d yolun kenarında iki adamın yanından geçerken, “Ey Ebû Süfyân, bu ölüm günüdür. Bugün kutsal olanın ihlâl edildiği gündür. Bugün Allah’ın Kureyş’i alçalttığı gündür.” diye bağırdı. Peygamber (s.a.v) Kesva’nın üstünde, bölüğün ortalarındaydı. İki tarafında Ebû Bekr (r.a.) ve Üseyd (r.a.) vardı. Peygamber (s.a.v) onlarla konuşurken Ebû Süfyân duyulabilecek şekilde: “Ey Allah’ın Resulü” diye bağırdı. “Sen halkının öldürülmesini mi emrettin?” Daha sonra ona Sa’d’ın söylediklerini anlattı: “Allah aşkına, senden halkın adına rica ediyorum. Çünkü sen insanlar arasında en merhametli, en bağışlayıcı olanı ve soyuna en çok acıyanısın” dedi. Peygamber (s.a.v): “Bugün merhamet günüdür, Allah’ın Kureyş’i yücelttigi gündür” dedi. Daha sonra Abdu’r-Rahmân İbn Avf (r.a.) ve Osman (r.a.) yakınında oldukları için ona, “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz Sa’d’ın Kureyş’e ani bir saldırıda bulunmayacağından emin olamayız” dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) Sa’d’a sancağı ve bölüğün kumandasını daha yumuşak tabiatlı olan Kays’a bırakmasını bildiren bir haber gönderdi ve Kays’ın elinde olan sancak, yine de Sa’d’la birlikte olacaktı. Fakat Sa’d (r.a.) Peygamber (s.a.v)’den doğrudan bir emir almadan sancağı devretmeyi kabul etmedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), miğferinin üstüne sardığı kırmızı sarığı çıkardı ve bunu Sa’d’a bir işaret olarak gönderdi. Sa’d hemen sancağı Kays’a verdi.
Tüm ordu geçtikten sonra Ebû Süfyân, süratle Mekke’ye gitti ve evinin dışında ayakta durup toplanan kalabalığa bağırdı: “Ey Kureyşliler! Muhammed (s.a.v) karşı koyamayacağınız bir güçle burada. Muhammed (s.a.v) on bin zırhlı adamla burada. O bana benim evime sığınanın güvenlikte olacağını söyledi.” Hind evden çıktı ve kocasının sakalından tutup “Bu hiçbir işe yaramaz, içi boş yağ tulumunu öldürün! Zavallı koruyucu!” diye bağırdı. Ebû Süyfan, “Yazıklar olsun sana!” dedi; “bu kadının sizi iyi bir muhâkeme yapmaktan alıkoymasına izin vermeyin. Çünkü sizin karşınızda karşı koyamayacağınız bir güç var. Fakat Ebû Süfyân’ın evine girenler güvenlikte olacak.” Onlar: “Allah seni kahretsin, hepimizi senin evin alır mı?” dediler. Ebû Süfyân, “Kim evinin kapısını kilitlerse güvenlikte olacak, kim Mescid’e sığınırsa güvenlikte olacak” cevabını verdi. Bunun üzerine tüm kalabalık dağıldı. Kimi kendi evine, kimileri de Mescid’e gittiler.
Ordu, şehirden fazla uzak olmayan ve oradan görülebilen Zû Tuva’da kamp kurdu. Burası iki yıl önce Hâlid’in Müslümanların yaklaşmasını önlemek için mevzilendiği yerdi. Fakat şimdi hiçbir direnişle karşılaşmıyorlardı. Sanki şehir bir önceki yıl umreye geldiklerindeki gibi bomboştu. Fakat bu sefer üç gün kalma diye bir sınırlama yoktu. Kesva bir yere geldiğinde Peygamber (s.a.v.) Allah’ı tazim için başını öne doğru eğdi. Neredeyse sakalı semere değiyordu. Daha sonra bölüklerin sağ kolunu Hâlid (r.a.)’in, sol kolunu da Zübeyr (r.a.)’in kumandasına vererek düzenledi. Merkezde olan kendi bölüğünü de ikiye ayırdı. Yarısına Sa’d (r.a.) ve oğlu, diğer yarıya da Ebû Ubeyde (r.a.) kumanda ediyordu. Emir verildiğinde bu dört bölük şehrin dört ayrı tarafından içeri gireceklerdi. Hâlid (r.a.) aşağıdan, diğerleri de tepelerdeki üç ayrı geçitten.
Ordunun toplandığı yerin çok yukarılarında, Ebû Kubeys Tepesi’nde, keskin bir gözün bastonlu bir ihtiyarla bir kadın olduğunu fark edebileceği iki silüet vardı. Bunlar Ebû Bekir’in (r.a.) babası Ebû Kuhâfe ile kızkardeşi Kureybe idi. O sabah Peygamber’in Zû Tuva’ya vardığı haberi gelince, yaşlı ve kör adam kızına, kendisini Ebû Kubeys Tepesi’ne götürmesini ve oradan gördüklerini anlatmasını istemişti. Bu ihtiyar, genç ve cesur bir adamken Ebrehe’nin ordusunu ve fillerini görmek için Mekke’nin diğer tarafındaki tepelere çıkmıştı. Şimdi ise yaşlıydı ve yıllardan beri kördü. Fakat oğlunun ve torunun da içinde bulunduğu bu on bin kişilik orduyu kızının gözleriyle izleyebilirdi. Kureybe, görebildiklerini kara ve yoğun bir kitle olarak tarif etti. Babası, bunların emir için bekleyen birbirine yaklaşmış atlılar olduğunu söyledi. Daha sonra Kureybe, bu kitlenin dörde ayrıldığını gördü. Bunu babasına söylediğinde, babası hızla eve gitmeleri gerektiğini söyledi. Yollarına devam ederken yanlarından atlı bir bölük geçti. Askerlerden biri atından eğilip Kureybe’nin gümüş kolyesini çekip aldı. Bunun dışında başka bir saldırıya uğramadılar ve sağ salim evlerine döndüler.
Onlar Ebû Kubeys’de yalnız değillerdi. Tepelerden birinde İkrime, Safvân ve Süheyl, Kureyş’ten ve müttefikleri Bekr ve Hudayl kabilelerinden bir grup asker toplamışlardı. Döğüşmeye kararlıydılar. Hâlid’in aşağı taraftan şehre girmek için yaklaştığını görünce onlara saldırdılar. Fakat onlar Hâlid ve adamlarıyla mukayese edilecek güçte değillerdi. Hâlid kendi adamlarından sadece ikisi karşılığında düşmana otuz kayıp verdirerek kaçmalarını sağladı. İkrime ve Safvân at üstünde sahile doğru kaçtılar. Süheyl ise evine gitti ve kapıyı kilitledi.
Peygamber (s.a.v), yukarı Mekke’deki Ezâkir geçidinden şehre girdiğinde çatışma hemen hemen sona ermişti. Pazar yerinden aşağılara bakıp çekilmiş kılıçları görünce Peygamber dehşete kapıldı. “Size döğüşü yasaklamamış mıydım?” dedi. Fakat ona bunun nedenleri açıklandığında, “Allah bunu takdir etmiş” dedi.
Ebû Rafi Peygamber’in kırmızı deriden çadırını Mescid’in yakınına kurmuştu. Peygamber (s.a.v) bunu yanındaki Câbir’e işaret ederek gösterdi. Şükür ve hamd ile dua ettikten sonra aşağıya doğru ilerledi. “Hiçbir eve girmeyeceğim” dedi.
Ümmü Seleme (r.a.), Meymûne (r.a.) ve Fâtıma (r.a.), onu çadırda bekliyorlardı. O gelmeden kısa bir süre önce Ümmü Hâni de onlara katılmıştı. İslâm hukuku, Müslüman kadınlarla müşrik erkekler arasındaki nikâhın düştüğünü söylüyordu. Aynı şey Ümmü Hâni’nin Hubeyre ile olan evliliği için de geçerliydi. Hubeyre Mekke’nin fethedileceğini daha önceden anlamış ve Necran’da yaşamaya gitmişti. Ümmü Hâni’nin kocası tarafından iki akrabası -biri Ebû Cehil’in kardeşi idi-Hâlid’e karşı yapılan savaşta rol almışlar ve daha sonra sığınmak için onun evine gelmişlerdi. Daha sonra Ali (r.a.) onu selamlamak için evine geldiğinde iki Mahzûmîyi gördü. Peygamber’in yasağına rağmen kızgınlıkla onları öldürmeye teşebbüs etti. Fakat Ümmü Hâni onların üstüne bir yaygı örttü ve onlarla Ali’nin arasına girerek, “Vallahi, önce beni öldüreceksin!” dedi. Bunun üzerine Ali (r.a.) evi terk etti. Ümmü Hâni kapıyı onların üstünden kilitleyip Peygamber (s.a.v.)’i karşılamaya gitti. Çadırda Fâtıma (r.a.)’ya rastladığında, Fâtıma (r.a.) da Ali (r.a.) gibi ona çıkıştı. “Putperestleri himaye mi ediyorsun?” dedi. Fakat Fâtıma (r.a.)’nın sözleri Peygamber’in gelişiyle kısa kesildi. Peygamber (s.a.v) kuzenini sevgiyle selamladı. Ümmü Hâni O’na olanları anlattığında O, “Olmayacak. Sen kimi emin kılarsan, biz de onu emin kılarız; sen kimi korursan biz de onu koruruz.” dedi.
Peygamber gusül abdesti aldı ve sekiz rek’at namaz kıldı. Namazdan sonra bir saat kadar dinlendi. Daha sonra Kesva’yı çağırdı. Zırhını ve miğferini giydikten sonra kılıcını da kuşandı. Elinde bir asa taşıyordu, miğferinin yüz kısmı da açıktı. O sabah O’nunla birlikte yolculuk edenlerin bir kısmı çadırın dışında sıra olmuş bekliyorlardı. Peygamber yanında Ebû Bekir (r.a.) ile konuşarak Mescid’e doğru ilerlerken onlarda eşlik ettiler.
Peygamber (s.a.v) doğruca Kâ’be’nin güneydoğu köşesine gitti. Ve tekbir getirerek Haceru’l-Esved’e asasıyla dokundu. Yanındakiler de tekbir getirmeye başladılar. ‘Allahu Ekber’ sesleri Mescid’de ve tüm Mekke’de yankılandı. Peygamber (s.a.v) eliyle susmalarını işaret edene dek Müslümanlar tekbir getirmeye devam ettiler. Daha sonra Peygamber, devesinin ipi Muhammed bin Mesleme’nin elinde olduğu halde Kâ’be’yi tavaf etti. Umrede bu şeref bir Hazrec’liye verilmişti. Bu nedenle bu kez bir Evs’liye verilmesi uygun görülmüştü. Peygamber (s.a.v) Kâ’be’den ayrıldı ve onu geniş bir çember şeklinde çevreleyen toplam üç yüz altmış puta yöneldi. Kâ’be ile o putların arasında şu âyeti okudu:
“Hak geldi, bâtıl yok oldu. Kuşku yok, bâtıl yok olucudur.” (İsrâ: 81)
Daha sonra putlara teker teker asasıyla dokunarak hepsini yüz üstü düşürdü. Kâ’be’nin etrafındaki daireyi tamamen dolaştıktan sonra eskiden Kâ’be’ye bitişik olan İbrahim makamında bineğinden indi ve namaz kıldı. Daha sonra Zemzem kuyusuna gitti ve Abbâs’ın verdiği suyu içti. Hâşimîlerin geleneksel hacıları sulama görevlerini de böylece tasdiklemiş oluyordu. Fakat Ali, Kâ’be’nin anahtarlarını getirdiğinde ve Abbâs onları taşıma görevinin de kendi ailelerine verilmesini istediğinde, Peygamber (s.a.v), “Size sadece kaybettiğiniz şeyi veriyorum, diğerlerinin kaybı olacak bir şeyi değil” cevabını verdi. Daha önceden Hâlid ve Amr ile birlikte Medîne’ye gelen Abdu’d-Dâr kabilesinden Osman İbn Talha’yı çağırdı ve anahtarları ona vererek onun ailesinin bu hakka sahip olduğunu belirtti. Osman saygıyla anahtarları aldı ve arkasında Peygamber (s.a.v) olduğu halde Kâ’be’nin kapısını açmaya gitti. Onların hemen arkasında da Üsâme ve Bilâl vardı. Peygamber (s.a.v) onlara arkasından içeri girmelerini emretti ve Osman’a kapıyı arkalarından kilitlemesini söyledi.
Bâkire Meryem ve çocuk İsâ ikonu ile Hz. İbrahim olduğu söylenen yaşlı bir adam resmi dışında, iç duvarların tamamı putperest tanrı resimleriyle doluydu. Peygamber elini korur gibi ikonun üstüne koyarak, Osman’a İbrahim dışındaki bütün resimlerin nasıl bozulduğuna dikkat etmesini söyledi. Bir süre içeride kaldı; sonra anahtarı Osman’dan alarak kapıyı açtı. Anahtar elinde olduğu halde kapının önünde ayakta durdu ve; “Vadinde duran, kuluna yardım eden ve kabileleri bir araya getiren bir olan Allah’a hamdolsun” dedi. Mescide sığınan Mekkelilere daha önceden evlerine sığınan birçok kişi katılıyordu. Hepsi Kâ’be’nin yakınında orada burada oturuyorlardı. Peygamber (s.a.v) onlara hitab ederek, “Ne diyorsunuz ve ne düşünüyorsunuz?” dedi. Onlar şu cevabı verdiler: “İyi söylüyoruz ve iyi düşünüyoruz. Soylu ve cömert bir kardeş, soylu ve cömert bir kardeşin oğlu. Emir senindir.” Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) onlara Mısır’da kardeşleri kendisine geldiğinde, Yûsuf’un söylediği sözleri tekrarladı: “Ben kardeşim Yûsuf’un söylediklerini söylüyorum:
“Bugün size karşı sorgulama kınama yoktur. Sizi Allah bağışlasın. O merhametlilerin en merhametlisidir.” (Ra’d: 92)
Ebû Bekir (r.a.) babasını ziyaret etmek için Mescid’den ayrılmıştı. Şimdi ise Ebû Kuhâfe’nin elinden tutmuş Mescid’e giriyordu. Kız kardeşi Kureybe de onların arkasındaydı. Peygamber (s.a.v), “Neden yaşlı adamı evinde bırakmadın? Ben oraya giderdim” dedi. “Ey Allah’ın Rasûlü!” dedi, Ebû Bekir (r.a.): “Onun sana gelmesi, senin ona gitmenden daha uygundur.” Peygamber yaşlı adamın elinden tuttu ve önüne oturttu. Sonra ona kelime-i şehâdet getirmesini söyledi. O da hemen onun sözlerini tekrarlayarak Müslüman oldu.
Düşürülen putların en büyüğü olan Hubel’in parça parça edilip sonra da yakılmasını emrettikten sonra Peygamber (s.a.v), evinde bir putu olan herkesin o putu tahrip etmesini istedi. Daha sonra ailesini ilk İslâm’a davet ettiği yer olan Safa tepesine çekildi. Orada daha önceden kendisine düşman olan, şimdi ise Müslüman olup ona biat etmek isteyen kadınlı erkekli bir grupla karşılaştı. Yüzlerce kişi vardı. Müslüman olduğunu açıklamadan önce Peygamber’in kendisine ölüm cezasını vermesinden korkan Hind tanınmamak için peçe takmıştı. “Ey Allah’ın Rasûlü! Benim kendim için seçtiğim dini muzaffer kılan Allah’a hamdolsun” dedi. Daha sonra peçesini çıkardı ve “Utbe’nin kızı Hind” dedi. Peygamber (s.a.v) de ona, “Hoşgeldin” dedi. Safa’ya gelen kadınlardan biri de İkrime’nin karısı Ümmü Hakîm (r.a.) idi. Müslüman olduktan sonra kocası için dokunulmazlık istedi. İkrime hâlâ onunla savaş halinde olduğu halde, Peygamber (s.a.v) ona dokunulmazlık hakkı verdi. Ümmü Hakim kocasının nerede olduğunu öğrendi ve onu geri getirmek için gitti.
Peygamber (s.a.v) önünde toplanan kalabalığı süzdü ve amcasına dönerek, “Ey Abbâs! Kardeşinin iki oğlu, Utbe ve Mu’attib neredeler? Onları göremiyorum” dedi. Bunlar Ebû Leheb’in yaşayan iki oğluydu. Babasının zoruyla Rukiyye’yi boşayan Utbe idi ve görünüşe göre şimdi ortaya çıkmaktan korkuyordu. Peygamber (s.a.v), “Onları bana getir” dedi. Bunun üzerine Abbâs yeğenlerini getirdi. İkisi de Müslüman oldular ve biat ettiler. Daha sonra ikisinin de ellerinden tutup aralarında yürüyerek onları el-Mültezem denilen ve Kâ’be’nin Haceru’l-Esved’le kapısı arasındaki duvarın yanına götürdü. Orada uzun uzun dua etti. Yüzünden sevinç okunuyordu. - Merak eden Abbâs sordu- O da, “Rabbim’den bu iki amcaoğlunu istedim, o da verdi” dedi.
En önemli üç put merkezinden, Mekke’ye en yakın olanı Mahle’deki el-Uzzâ tapınağı idi. Peygamber (s.a.v), Hâlid (r.a.)’i bu putperestlik merkezini yok etmek üzere gönderdi. Onun yaklaştığı haberi duyulunca tapınağın bekçisi kılıcını tanrıça heykeline astı ve cansız heykeli kendi kendisini koruyup Hâlid’i öldürmeye veya tek tanrıya inanmaya davet etti. Hâlid (r.a.) tapınağı ve putları yıktı ve Mekke’ye döndü. Peygamber (s.a.v) ona, “Hiçbir şey görmedin mi?” diye sordu. “Hiçbir şey” cevabını verdi Hâlid. Peygamber (s.a.v), “O halde onu yok etmedin” dedi. “Geri dön ve onu yok et.” Bunun üzerine Hâlid tekrar Nahle’ye gitti. Tapınağın harabeleri arasından uzun ve savrulan saçlarıyla çırılçıplak bir kadın çıktı. Hâlid daha sonraları, “Tüylerim diken diken olmuştu.” derdi. Yine de “Uzzâ, ibadet değil, inkâr senin içindir” diye bağırdı. Kılıcını çekip kadının üstüne indirdi. Döndüğünde Peygamber’le şöyle konuştu: “Bizi mahvolmaktan kurtaran Allah’a hamdolsun! Yüz kadar koyun ve deveyle birlikte babamın el-Uzzâ’ya gitmesine alışmıştım. Onları Uzzâ için kurban eder, orada üç gün kalır ve yaptıklarıyla onu sevindirerek bizim tarafımıza çevirdiğini sanırdı.”
O sırada Mekkelilerin çoğu biat etmişlerdi. Süheyl ise biat etmemiş, fakat evine sığınıp oğlu Abdullah’dan Peygamber’e kendi adına gidip ricada bulunmasını istemişti. Çünkü kimsenin öldürülmeyeceği ilan edilmiş olmasına rağmen, Süheyl kendisinin bu kapsamın dışında yer aldığını sanıyordu. Abdullah, Peygamber’le konuştuğunda Peygamber (s.a.v), “O güvenliktedir ve Allah’ın himayesindedir. Bırakın ortaya çıksın” dedi. Sonra etrafındakilere dönerek, “Karşılaştığınızda Süheyl’e kem gözle bakmayın! Bırakın serbestçe dolaşsın; çünkü hayatıma andolsun o akıllı ve şerefli bir adamdır; İslâm gerçeğine karşı kör biri değildir” dedi.
Böylece Süheyl istediği şekilde gezdi. Fakat henüz İslâm’a girmemişti. Safvân’a gelince kuzeni Umeyr, onun için Peygamber’den iki aylık bir müddet aldı ve onu bulmak için yola koyuldu. Onu, o zamanlar Mekke’nin bir limanı olan Şu’aybe’de gemi beklerken buldu. Safvân şüphe içindeydi ve planlarını değiştirmeyi reddediyordu. Bunun üzerine Umeyr tekrar Peygamber (s.a.v)’in yanına döndü. Peygamber (s.a.v) de ona kuzeninin güvenlikte olduğunun bir işareti olarak çizgili Yemen kumaşından sarığını verdi. Bu Safvân’ı ikna etmeye yetti, fakat daha fazla emin olmak istiyordu. “Ey Muhammed!” dedi. “Umeyr bana belli bir şeyde karar kılarsam -Müslüman olmayı kasdediyordu- güvenlikte olacağımı, eğer kabul etmezsem bana iki ay mühlet verdiğini söyledi.” Peygamber (s.a.v), “Burada kal” dedi. Fakat Safvân, “Bana açık bir cevap vermedikçe kalmam” dedi. Bunun üzerine Peygamber, “Senin için dört aylık mühlet var” dedi. Safvân da Mekke’de kalmayı kabul etti.
İkrime, bu üç kişi içinden Peygamber’in huzuruna gelen sonuncu kişiydi. Fakat onlar arasından Müslüman olan ilk kişi de oydu. Tihame sahilinden Habeşistan’a giden bir gemiye binmeye karar vermişti. Tam gemiye binecekken geminin kaptanı, “Allah ile aranda olan dini düzelt” dedi. İkrime: “Ne demeliyim?” deyince, o “Allah’tan başka ilah yoktur de” cevabını verdi. Sonradan bunu söylemeyen kimseyi gemisine almayacağını belirtti. Dört kelimeden oluşan LÂ İLÂHE İLLALLAH cümlesi İkrime’nin ruhuna işledi ve o anda bu sözleri samimice söylediğini fark etti. Henüz gemiye binmemişti. Çünkü gemiye binmek istemesinin tek sebebi bu sözlerden, yani Lâ ilâhe illallah’ta özetlenen Muhammed’in dininden kaçmaktı. Bunları geminin güvertesinde kabul edebildiğine göre kıyıda da kabul edebilirdi. Kendi kendine: “Denizde tanrımız olan karada da tanrımızdır.” dedi. Daha sonra karısı geldi ve Peygamber’in (s.a.v) onun Mekke’de güvenlikte olacağına söz verdiğini söyledi. Birlikte geri döndüler. Peygamber (s.a.v.) onun geldiğini biliyordu, yanındaki arkadaşlarına: “Ebû Cehil’in oğlu İkrime mü’min olarak aranıza geliyor. Bu nedenle babasını yermeyin. Çünkü ölüyü yermek diriyi incitir. Ve ölüye ulaşmaz” dedi.
Mekke’ye vardığında İkrime, doğruca Peygamber (s.a.v)’e gitti. Peygamber’in yüzünde çok sevinçli bir ifade vardı. İkrime, Müslüman olduğunu resmen açıkladıktan sonra ona, “Bugün benden ne istersen iste, o isteğini sana vereceğim” dedi. İkrime (r.a.), “Senden benim sana karşı tüm düşmanlıklarımı affetmesi için Allah’a dua etmeni istiyorum” dedi. Peygamber (s.a.v) onun istediği şekilde dua etti. Daha sonra İkrime (r.a.) insanların Hakk’a uymalarını engellemek için harcadığı paralardan, yaptığı savaşlardan bahsetti; şimdi ise onun iki katı parayı ve çabayı Allah yolunda harcayacağını söz verdi ve sözünde durdu.

75-HUNEYN SAVAŞI VE TAİF KUŞATMASI
Peygamber (s.a.v)’in Mekke üzerine yaptığı son ve kesin sefere rağmen Hevâzinliler kuvvetlerini arttırmayı durdurmadılar. Onun Mekke’yi fethetme ve tüm putları kırma haberi de onların düşüncelerini değiştirmedi. Kendi tanrıçaları Lât’ın bir eşi olan Uzzâ’nın yıkılması ise harekete geçmelerine neden oldu. Mekke’nin fethinden üç hafta sonra Hevâzinliler Taif’in kuzeyindeki Evtas vadisinde yaklaşık yirmi bin kişilik bir ordu topladılar.
Peygamber (s.a.v) Mekke’nin başına Abdu Şems’li bir adamı bırakıp çok bilgili bir Müslüman olan Hazrec’li Muâz İbn Cebel (r.a.)’e de, yeni Müslüman olanlara dinî konularda yol gösterme görevini vererek, şimdi ikibin Kureyş’linin de katılmasıyla daha da kalabalıklaşan tüm ordusuyla birlikte yola çıktı. Yeni katılan Kureyş’lilerin çoğu Peygamber’e biat etmişlerdi. Fakat Süheyl ve Safvân’ın da içinde bulunduğu bir grup henüz Müslüman olmamıştı. Ve sadece şehirlerini Hevâzinlilere karşı korumak amacıyla orduya katılmışlardı. Yola çıkmadan önce Peygamber (s.a.v) Safvân’a kendisinde bulunan yüz aded zırhı ve beraberindeki silahları ödünç vermesini rica eden bir haber gönderdi. “Ey Muhammed!” dedi Safvân; “Bu ‘kendin ver, yoksa zorla alırım’ anlamında bir istek mi?” Peygamber (s.a.v), “Ödenecek bir borç” deyince, Safvân zırh ve silahları konaklayacakları yere kadar taşıyacak olan yük develerini de vermeye karar verdi. Onlara karşı hazırlanan Hevâzin kabileleri Sakif, Nasr, Cüşem ve Sa’d İbn Bekr idi. Bu topluluğa genç olmasına rağmen gücü ve yöneticiliği ile ün salan otuz yaşlarında bir Nasr’lı olan Mâlik kumanda ediyordu. Yaşlıların aksini tavsiye etmelerine rağmen Mâlik, kadınları, çocukları ve hayvanları da beraber getirmelerini emretti. Çünkü, ona göre eğer bunlar ordunun arkasında olursa askerler daha gayretle çarpışırlardı.
Mâlik, Mekke’den yola çıkan ordu hakkında bilgi toplamak üzere üç gözcü gönderdi. Fakat üçü de kısa bir süre sonra korkudan tüm eklemleri kontrolünden çıkmış ve konuşamayacak derecede dehşet içinde döndüler. İçlerinden biri, “Ala atlar üzerinde beyaz adamlar gördük. Ve bir anda bu gördüğünüz hale geldik” dedi. Bir diğeri, “Karşımızdakiler dünya insanları değil, semadan gelen insanlar. Tavsiyemize uyun ve geri çekilin. Çünkü adamlarınız bizim gördüklerimizi görünce bizim gibi olurlar” dedi. Mâlik, “Utanın!” dedi; “siz buradaki en korkak kişilersiniz.” Bu üç kişinin görünüşleri o kadar kötü ve zavallı idi ki, tüm orduda panik yaratmamaları için onları gözden uzak bir yere yerleştirme emri verdi. Daha sonra etrafındakilere, “Bana cesur bir adam gösterin” dedi. Fakat seçilen adam da aynı korkunç atlıları görmüş ve diğerleri gibi dehşet içinde dönerek nefesi kesilmiş bir halde “Dayanılmaz bir görünüşleri vardı” demişti. Fakat Mâlik onu dinlemeyi reddetti ve karanlıkta, düşmanın yolu üstünde olan Huneyn vadisine doğru ilerleme emri verdi. Yolun vadi yatağına doğru alçaldığı noktada kamp kurdular. Yolun iki tarafında da aşağıyı rahatça görebilen, fakat aşağıdan görülmeyen vadi yatakları vardı. Bu yataklardan ikisine atlıların çoğunu yerleştirdi. Ve onlara bir işaret ile düşmana saldırma emri verdi. Ordunun geri kalan kısmını da vadinin tepesindeki yolun üstüne yerleştirdi.
Peygamber (s.a.v), o gece vadinin öteki ucuna yakın bir yerde kamp kurdu. Sabah namazını kıldıktan sonra adamlarına sabırlı olurlarsa zafer kazanacaklarını müjdeleyerek yola çıkma emri verdi. Hava o denli pusluydu ki, vadi yatağına indiklerinde hâlâ etraf karanlıktı. Daha önceki gibi Hâlid yine Süleym ve diğerlerine kumanda ederek öncü grupta yer alıyordu. Onun arkasından yeni katılan Mekkeli grup geliyordu. Düldül’e binmiş olan Peygamber (s.a.v), bu kez yine etrafında ensâr ve muhâcirlerden bir grupla ordunun ortalarında yol alıyordu. Fakat bu kez etrafında kendi ailesinden kişiler de vardı. Ona Mekke’ye giderken katılan kuzenleri Ebû Süfyân ve Abdullah, Abbâs’ın iki büyük oğlu Fadl ve Kisam ve Ebû Leheb’in iki oğlu onu çevreleyen kişiler arasındaydı. Ordunun en arkalarında ise henüz Müslüman olmamış Mekkeliler yer alıyordu.
Yarı karanlıkta karşı tarafta Hevâzin ordusu göründüğünde, öncü birlik henüz inişi tamamlamıştı. Öncü birlik dehşetli bir manzarayla karşı karşıyaydı. Çünkü ordunun arkasındaki develere binmiş kadınlar veya boş develer bile ordunun bir parçasıymış gibi görünüyordu. Yolun o yönü tamamen kapatılmıştı. Fakat yeni bir emir ve plana fırsat vermeden Mâlik işaretini verdi. Hevâzin’li süvariler hemen vadi yataklarından fırladılar ve Hâlid’in adamlarına saldırdılar. Saldırı o kadar anice ve vahşiceydi ki Hâlid, geri dönüp kaçmaya başlayan Benî Süleym’i toparlayamadı. Benî Süleym Mekke’li grubun arkasına kaçınca, önde kalan Mekkeliler de henüz indikleri yokuştan gerisin geriye kaçtılar. Hızla saldıran at ve deve üstündeki Hevâzinliler bütün geçitleri tıkadılar. Fakat Peygamber (s.a.v) yolun biraz sağına çekilebilecek noktadaydı. Kenara çekildi ve yanından hiç ayrılmayan bir grupla emniyetli bir yere sığındı. Yanındakiler Ebû Bekir, Ömer ve diğer muhâcirler, bir grup ensâr ve yanında yer alan ailesinin tümüydü. Hâris’in oğlu Ebû Süfyân, Peygamber (s.a.v.)’in yanı başındaydı ve Düldül’ün ipini elinde tutuyordu.
Peygamber (s.a.v) diğerlerini de kendisine katılmaları için çağırdı. Fakat sesi savaşın gürültüsü içinde kayboldu. Bu nedenle çok gür bir sese sahip olan Abbâs’a, “Ey ağaç ashâbı! Ey akasya ashâbı!” diye bağırmasını söyledi. Bu çağrıya ‘Lebbeyk!’ (İşte emrindeyim) sesleri cevap verdi. Peygamber (s.a.v.)’in yanına ensâr ve muhâcirlerden yüz kadar kişi toplandı. Hepsi de geçide dağılarak birdenbire düşmanın saldırısını kontrol altına aldılar. Abbâs aynı şekilde bağırmaya devam etti ve kaçanların çoğu geri döndüler. Peygamber (s.a.v) hem iyi görülebilmek hem de etrafı iyi görebilmek için üzengileri üstünde ayağa kalktı. Düşman yeni bir saldırıya hazırlanıyordu. Peygamber (s.a.v), “Allahım! Senden vadini yerine getirmeni istiyorum” diye dua etti. Daha sonra süt kardeşinden birkaç çakıl taşı bulmasını istedi. Onları eline alıp Bedir’de yaptığı gibi düşmanın yüzüne doğru fırlattı. Ve görünürde hiçbir neden olmamasına rağmen, savaşın akışı birden değişti. Gerçi mü’minler bunu görmüyorlardı; ama kendilerinin bir süre önce yaşadığı yenilgiyi şimdi düşman yaşıyordu. Daha sonra bu olayla ilgili şu âyetler nazil oldu:
“Andolsun Allah birçok yerlerde ve Huneyn gününde size yardım etti. Hani çok sayıda oluşunuz sizi böbürlendirip gururlandırmıştı. Fakat size bir şey de sağlayamamıştı. Yer ise, bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonra arkanıza dönüp gerisin geriye gtimiştiniz. (Bundan) sonra Allah, Rasûlü ile mü’minlerin üzerine ‘güven duygusu ve huzur’ indirdi. Sizin görmediğiniz orduları da indirdi ve küfre sapmış olanları azaplandırdı. Bu küfre sapanların cezasıdır. Sonra bunun ardından Allah, dilediği kimseden tevbesini kabul eder. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (Tevbe: 25-7)
Düşman büyük bir bozguna uğramıştı. Mâlik önceleri cesurca döğüştü, fakat daha sonra Sakifilerle birlikte surlarla çevrili olan Taif’e çekildi. Hevâzin ordusunun büyük bir kısmı Nahle’ye kadar izlendi ve birçok kayıp verdirildi. Hevâzinliler oradan kampları Evtas’a döndüler; fakat Peygamber (s.a.v) arkalarından asker göndererek onları tepelere çekilmek zorunda bıraktı.
Müslümanlardan, özellikle ilk bozgunu yaratan Benî Süleym’den çok kişi savaşın başlarında öldürülmüştü. Fakat bu ilk bozgundan sonra çok az kayıp verdiler. Bunlardan biri de Üsâme’nin ağabeyi Eymen idi. Peygamber (s.a.v.)’in yanında iken vurulmuştu.
Arka saflarda yer alan Hevâzin kadınları ve çocukları esir alındı. Develer, koyun ve keçilerin yanı sıra ganimette dört bin birim ons gümüş de vardı. Peygamber (s.a.v) ganimetlerin ve esirlerin tümünün Mekke’ye on mil uzaklıktaki Ci’râne vadisine götürülmesi görevini Budeyl’e verdi.
Hevâzin kabileleri arasında Peygamber (s.a.v)’in çocukluğunu birlikte geçirdiği Benî Sa’d İbn Bekr’in bir kolu da vardı. Yaşlı esirlerden biri kendini esir alanlara, “Vallahi ben reisinizin kız kardeşiyim” diyerek uyardı. Fakat adamlar ona inanmadılar, yine de Peygamber (s.a.v)’e götürdüler. “Ey Muhammed! Ben senin kız kardeşinim” dedi. Peygamber (s.a.v) onu merakla süzdü: Karşısında yetmişine yaklaşmış yaşlı bir kadın duruyordu. Peygamber (s.a.v.), “Bunu gösterir bir işaretin var mı?” diye sordu. O da bir ısırma izi gösterdi ve, “Ben Serer vadisinde seni taşırken sen ısırdın. Biz çobanlarla birlikteydik. Senin annen benim annemdi, senin baban benim babamdı” dedi. Peygamber (s.a.v.) onun gerçekten doğru söylediğini anladı; bu kadın onun süt kardeşlerinden biri olan Şeyma idi. Minderini yayarak oturmasını söyledi. Süt anne ve süt babası Halîme ile Hâris’i sorup, onların yıllar önce öldüğünü öğrenince gözleri yaşla doldu. Biraz konuştuktan sonra ona kendisiyle kalma veya Benî Sa’d’a geri dönme konusunda serbest olduğunu söyledi. Şeyma Müslüman olmayı istediğini, fakat kabilesine geri dönmeyi seçtiğini söyledi. Peygamber (s.a.v.) ona değerli bir hediye verdi. Ve dönüşte daha da değerlilerini vermek istediği için ondan kendisi dönene kadar kampta kalmasını istedi. Daha sonra da ordusuyla birlikte Taif’e doğru yola çıktı.
Sakif kabilesi şehirlerinde kendilerini bir yıl kadar idare edecek erzağa sahiptiler. Peygamber (s.a.v.)’in son durumda kullanılmasını emrettiği savaş makinalarına karşı da özel savunma mekanizmaları vardı. Aynı zamanda okçulukta uzmandılar. Şehrin duvarları çok hızlı ok yağmurlarına sahne oldu. Fakat Müslümanlar şehri kuşatmalarının on beşinci gününde hâlâ ilk günkü durumdaydılar. Kazanılan tek şey, bazı kimselerin Müslüman olmasıydı. Peygamber (s.a.v) bir gün bir tellalla Sakif’li kölelerden Müslüman olanların özgür olacaklarını ilan ettirmişti. Yirmi kadar köle şehirden çıkmanın bir yolunu bulup Müslüman oldular. Yaklaşık bir hafta daha geçti. O sırada Peygamber (s.a.v) rüyasında kendisine bir kâse tereyağı verildiğini, fakat bir horozun gelip yağı gagalayarak döktüğünü görmüştü. Bunun üzerine Ebû Bekir, “İstediğin şeyi bugün onlardan elde edeceğini zannetmem” dedi. Peygamber (s.a.v) de onu doğruladı. Belki de şehri kuşatmanın Sakif’lileri yenmek için uygun bir yol olmadığı sonucuna varmıştı. Düşüncesi her ne ise, Peygamber kuşatmanın kaldırılıp Ci’râne’ye doğru yola çıkılması emrini verdi. Şehirden ayrıldıklarında adamlardan bazıları ona şehir halkına lanet etmesini söylediler. Peygamber (s.a.v) hiç cevap vermeksizin ellerini açtı ve “Allahım, Sakif’lilere hidayet ver ve bize ulaştır” diye dua etti.
Taif kaleleri önünde öldürülenlerden biri de Ümmü Seleme (r.a.)’nin üvey kardeşi, Peygamber (s.a.v.)’in kuzeni ve henüz kısa bir süre önce Müslüman olan Abdullah (r.a.) idi.
Linklerin Gorulmesine Izin Verilmiyor. Kayit ol ya da Giris Yap
 

hakansen967

  • Vip Üye
  • *****
  • İleti: 3625
  • Etkinlik:
    4.8%
  • Tesekkur Edildi: 870 kez
  • Rep Puanı: 574
  • Cinsiyet: Bay
    • ilahisözleri.net
Ynt: Mustafa Demirci - Hz.Muhammedin S.A.V Hayatı 16.cd
« Yanıtla #34 : 21 Aralık 2022, 14:44:32 »
76-UZLAŞMALAR
Ordu Ci’râne’ye ulaştığında yaklaşık altı bin kadın ve çocuktan oluşan esirler güneşten korunmak için büyük bir sığınağa çekilmişlerdi. Çoğu fakirdi; bu nedenle Peygamber, Huza’alı bir adamı, her birine yeni giyecekler almak üzere Mekke’ye gönderdi. Bunların parası ganimetin bir bölümünü oluşturan gümüşlerle ödenecekti. Develer yaklaşık olarak yirmi dört bin kadardı. Koyunları ve keçileri ise kimse saymaya girişmedi. Fakat yaklaşık kırk bin olduğu tahmin ediliyordu.
Adamların çoğu ganimetten payını almak için sabırsızlanıyordu. Fakat Peygamber (s.a.v) hemen geri dönmek istemiyordu. Çünkü Hevâzinlilerden esirlere nazik davranılmasını rica eden bir heyetin gelmesini bekliyordu. Bununla birlikte ganimetten dağılımının gecikmesini istemediği bir bölüm vardı. Ganimetlerden kendisine düşen beşte bir de aynen zekâtlar gibi işlem görüyordu. Kısa bir süre önce nazil olan âyetler bu tür fonlardan yararlanacak olan ayrı bir kategoriye yani “KALBLERİ ISINDIRILACAKLAR” adında bir gruba işaret ediyordu:
“Sadakalar -Allah’tan bir farz olarak- yalnızca fakirler, düşkünler, (zekât) işinde görevi olanlar, kalbleri ısındırılacaklar, köleler, borçlular, Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmış(lar) içindir Allah bilendir. Hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe: 60)
KALBLERİ ISINDIRILACAKLAR” deyince, akla hemen yeni dinin Mekke’de de hakimiyet kurması sonucu dünyaları - yani Arap putperestliği- sarsıntıya uğrayınca, şartların zorlaması nedeniyle Müslüman olan Mekkeliler geliyordu. Peygamber, Ebû Süfyân’a yüz deve verdi; oğulları Muâviye ve Yezîd’e de yüzer deve verilmesini söyledi. Gerçekte bu Ebû Süfyân’a üç yüz deve verilmesi anlamına geliyordu. Bu nokta diğerlerinin gözünden kaçmadı. Hatîce’nin yeğeni Hakim’e yüz deve verildiğinde iki yüz deve daha istedi. Peygamber de istediklerini hemen ona tahsis etti. Ebû Süfyân’ın ki gibi durumlarda en ufak bir isteksizlik veya kararsızlık hediyenin asıl amacını zedeleyebilirdi.
Fakat Peygamber (s.a.v) yine de Hakim’e şöyle dedi: “Bu servet temiz ve yeşil bir otlaktır. Kim onu cömertce alırsa orada mübarek olacaktır. Kim de onu gururla alırsa mübarek olmayacak ve yiyen, fakat doymayan kişi gibi olacaktır. Veren el alan elden hayırlıdır. Vermeye ilk önce aileden bakmaya yükümlü olduklarınla başla.” Bunun üzerine Hakim gelecekte kendi elinin hiçbir zaman alan el olmayacağına kararlı bir şekilde, “Seni hak üzere gönderene yemin olsun ki, senden sonra hiç kimseden hiçbir şey almayacağım” dedi. Daha önceki isteğinden vazgeçip sadece yüz deve aldı.[290]
Sadakaların dağıtılacağı aynı kategorideki gruptan bazıları da sınırda olanlar, yani İslâm’ı seçip seçmemekte kararsız olanlardı. Bunlardan bazılarına da yüzer deve verildi. Bunlardan en önemlileri Süheyl ve Safvân idi. İkisi de Huneyn’de savaşmışlar ve Safvân savaşın başlarında Müslümanlar kaçmaya başlayınca bundan memnun olan geri saflardaki müşrik Mekkelileri uyarmış ve, “Eğer başımızda biri olacaksa, bunun Hevâzin yerine Kureyş’ten biri olmasını yeğleriz!” diye bağırmıştı. Yüz deveyi aldıktan sonra Safvân, Ci’râne vadisi boyunca ilerlerken, Peygamber (s.a.v.)’e arkadaşlık etti ve ganimetlere baktı. Ci’râne’de ana vadinin yanı sıra birçok yan vadiler de vardı. Bunlardan biri özellikle ot bakımından çok verimliydi. Bu nedenle deve, koyun ve keçi sürüleri orayı doldurmuştu. Safvân’ın bu görüntüden çok etkilendiğini gören Peygamber (s.a.v.), “Bu vadi çok mu hoşuna gitti?” diye sordu. Safvân’ın yavaşça tasdiklediğini görünce, “Hepsi senin, içindekilerle birlikte” diye ekledi. “Şehadet ederim ki,” dedi Safvân; “Eğer bu Peygamber’in nefsi olmasa, hiçbir nefis bu denli iyiliğe sahip olamaz; Allah’tan başka ilâh olmadığına ve senin, O’nun Rasûlü olduğuna şehadet ederim.”
Süheyl’e gelince, onun da şüpheleri Ci’rane’de sona ermişti. Bu, ya onun oğlu Abdullah ile tekrar bir araya gelmesi ve Huneyn’deki mucizevî zafere şahitlik etmesi veya Peygamber (s.a.v)’in etkileyici kişiliğiyle bir arada bulunması ya da tüm bu faktörlerin bir arada işlemesiyle meydana gelmişti. Fakat o, İslâm’a vakur bir şekilde girdi.
Üç yıl sonra oğlu Abdullah savaşta öldürülünce, Ebû Bekir (r.a.) acılı babayı teselli edici sözler söyledi. Fakat Süheyl şu cevabı verdi: “Bana Allah’ın Rasûlü’nün, ‘Bir şehid, kavminden yetmiş kişi için şefaat diler’ dediğini söylediler. Ben de oğlumun benden önce kimseye şefaat etmeyeceğini umuyorum.”
Ci’râne’de Müslüman olanlardan bazıları da Mahzûm’un ileri gelen liderlerinden birkaçıydı: Ebû Cehil’in iki kardeşi; Hâlid’in üvey kardeşi, yani şimdi hayatta olmayan genç Velîd’in ise öz kardeşi olan Hişâm; Peygamber (s.a.v)’in halası Atîke’nin Taif’te şehid olan oğlundan sonra Züheyr adındaki ikinci oğlu. On yıl kadar önce Ebû Cehil’e karşı mecliste Benî Hâşim ve Benî Muttalib’e uygulanan boykotun kaldırılmasını savunan ilk Kureyş’li Züheyr idi. Annesi Atîke (r.a.) ise oğullarından daha önce Müslüman olmuştu.
Ordu vadide günlerce bekledi, fakat Hevâzinlilerden hiçbir heyet gelmedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) ganimetleri paylaştırdı. Paylaştırma işlemi bittikten kısa bir süre sonra, içlerinde süt babası Hâris’in kardeşinin de bulunduğu bir heyet geldi. Gelenlerin on dört tanesi zaten Müslüman’dı. Geriye kalanlar da Müslüman oldular ve Hevâzin kabilesinin Peygamber (s.a.v)’in akrabası sayılması gerektiğini söyleyerek ondan cömert davranmasını istediler. “Seni kucağımızda büyüttük, göğsümüzde emzirdik” dediler. Peygamber (s.a.v) onlara bir delegenin geleceğinden ümit kesene kadar beklediğini ve ganimetlerin dağıtılmış olduğunu söyledi. Daha sonra cevabın ne olacağını bilmesine rağmen, onlara kadınları ve çocuklarının mı, yoksa mallarının mı daha değerli olduğunu sordu. Onlar: “Bize kadınlarımızı ve çocuklarımızı geri ver” dediklerinde ise, “Benim ve Abdu’l-Muttalib oğullarının payına düşenler sizindir. Diğerlerine de sizin adınıza rica edeceğim. Ben öğle namazını kıldırdıktan sonra, ‘Allah’ın Rasûlü’nün bizim adımıza Müslümanlardan şefaat dilemesini, Müslümanlardan da bizim adımıza Rasûlullah’tan şefaat dilemesini istiyoruz’ deyin” dedi.
Onun söylediği gibi yaptılar. Peygamber (s.a.v)’de cemaate dönüp onların kadınlarının ve çocuklarının kendilerine verilmesini istediklerini söyledi. Ensâr ve muhâcirler hemen kendi paylarına düşen esirleri Peygamber (s.a.v)’e verdiler. Fakat kabilelerden bir kısmı onlar gibi yaptı, bir kısmı da bunu kabul etmedi. Kabul etmeyen kabileler diyeti gelecekte ödenmek üzere esirleri bırakmaya ikna edildiler. Böylece bütün esirler ailelerine döndüler. Sadece Peygamber (s.a.v)’in dayısının oğlu olan Zühre’li Sa’d’ın payına düşen genç bir kadın, Sa’d’la kalmak istediğini söyledi ve geri dönmedi.
Peygamber (s.a.v) süt kardeşine bir miktar deve, koyun ve keçi daha verdikten sonra ona veda etti. Heyet ayrılmak üzere iken, onlara başkanları Mâlik’i sordu. Onlar Mâlik’in, Taif’deki Sakif’lilere katıldığını söylediler. “Ona haber verin” dedi Peygamber (s.a.v); “Bana Müslüman olarak gelirse ailesini ve mallarını ona iade edeceğim; ona bir de yüz deve vereceğim.” Mâlik’in ailesini bu amaçla Mekke’de halası Atîke’nin yanına yerleştirdi ve mallarını paylaştırdı.
Bu mesaj Mâlik’e ulaştığında, o, Sakif’lilerin kendisini hapsetmelerinden korktuğu için bundan onlara bahsetmedi. Geceleyin şehri terk ederek Müslüman kampına gitti ve Müslüman oldu. Peygamber (s.a.v) onu gittikçe artan Hevâzin’li Müslümanların başına kumandan tayin etti ve onlardan Taif’e rahat vermemelerini istedi. Böylece Taif kuşatması sadece sınırlı bir süre için kaldırılmış oluyordu. Daha az kesin, fakat daha etkili başka tür bir kuşatma ilkinin yerini alıyordu.
Peygamber (s.a.v) biliyordu ki, dinin bizzat kendisinin insan ruhu üzerinde bir etkisi olmasına rağmen, bu etki sadece dinin sözde değil, teslimiyetle kabul edilme derecesine bağlıdır. “Kalbleri ısındırılacaklar” (müellefe-i kulûb)a mâlî yardımda bulunma prensibi işte bu teslimiyete engel teşkil eden sıkıntı ve acıyı ortadan kaldırmak için konulmuştu. Fakat bu prensibin amacı, diğerleri bir tarafa, ilk Müslüman olanlar tarafından bile kavranamadı. Daha önce bahsettiklerimizin yanı sıra, çölde ihtiyacı olan birçok kişi görmezlikten gelinerek, Müslüman olup olmadıkları şüpheli olan birçok bedevîye de değerli hediyeler verilmişti. Zühre’li Sa’d, Gatafan’lı Uyeyne’ye ve Temîm’den Ekra’ya yüzer deve verdiği halde, daha samimi olan ve ikisinin aksine çok fakir olan Demre’li Cu‘ayl’e neden bir şeyler vermediğini Peygamber (s.a.v)’e sordu. Peygamber (s.a.v) şu cevabı verdi: “Nefsimi kudret elinde tutana yemin olsun ki, Cu’ayl, bir dünya dolusu Uyeyne ve Ekra’dan daha değerlidir. Fakat onların Allah’a teslim olmaları için kalblerinin ısındırılması gerek. Oysa Cu‘ayl’in teslimiyetine[292] güveniyorum.”[293]
Muhâcirlerden bundan başka bir karşı çıkış olmadı. Fakat Peygamber (s.a.v)’in Ci’râne’de kurduğu kampın sonlarına doğru dört bin kişi kadar olan ensâr arasındaki huzursuzluk çok artmıştı. İçlerinden çoğu fakirdi ve o kadar ganimetten her adama sadece dört deve veya eş değer sayıda koyun ve keçi düşmüştü. Esirlerden yüksek fidyeler almayı ümit ediyorlardı; fakat paylarına düşen esirleri de Peygamber (s.a.v)’i memnun etmek için hiç tereddüt etmeden geri vermişlerdi. O sırada Kureyş’ten on altı nüfuzlu adama ve diğer kabile reislerinden de dört kişiye değerli hediyeler verildiğini gözlemişlerdi. Bu hediyeleri alanların çoğu zaten zengin adamlardı. Fakat ensârdan hiçbiri, Peygamber (s.a.v)’den bir hediye almamıştı. Gerçi muhâcirlerden hiçbiri de hediye almamıştı, ama bu Medîne’lileri teselli etmiyordu.
Çünkü hediyelerin çoğu, muhâcirlerin akrabaları olan Kureyş’lilere gitmişti. Ensâr, kendi aralarında “Allah’ın Rasûlü kendi kabilesine döndü” diyorlardı. “Savaş sırasında onun arkadaşları bizlerdik. Fakat ganimetler dağıtılırken akrabaları, kabilesi onun arkadaşları oldu. Bunun nereden geldiğini muhakkak öğreneceğiz. Eğer bu Allah’tan ise sabırla kabul ederiz; fakat eğer bu sadece Allah’ın Rasûlü’nün bir fikrinden öte gitmiyorsa, bizi de düşünmesini isteyeceğiz.”
Ensâr arasındaki bu düşünce ve konuşmalar ateşlenince, Sa’d İbn Ubâde (r.a.) Peygamber (s.a.v)’e gitti ve onların neler söyleyip neler düşündüklerini anlattı. Peygamber (s.a.v), “Peki bu durumda sen nerede yer alıyorsun, ey Sa’d?” dedi. Sa’d, “Ey Allah’ın Rasûlü, ben de onlardan biriyim. Bunun nereden geldiğini öğrenmek istiyoruz” diye karşılık verdi. Peygamber (s.a.v) Sa’d’a, tüm ensârın, daha önce esirlerin yerleştirildiği sığınaklardan birine toplanmasını söyledi. Sa’d’ın izniyle onlara birkaç da muhâcir katıldı. Daha sonra Peygamber (s.a.v) onlara gitti ve Allah’a hamd ve şükrettikten sonra şöyle dedi: “Ey ensâr! Gönüllerinizin bana karşı olduğu haberi ulaştı. Ben sizi sapıklıkta bulmuşken Allah sizi hidayete eriştirmedi mi? Ben sizi fakir bulmuşken Allah sizi zenginleştirmedi mi? Ben sizi birbirinize düşman bulmuşken Allah kalblerinizi uzlaştırmadı mı?” Onlar, “Evet, elbette” dediler; “Allah ve Rasûlü en cömert ve en eli açık olandır.” Peygamber (s.a.v), “Bu söylediklerime mukabele etmeyecek misiniz?” dedi. “Nasıl mukabele edelim?” dediler. Peygamber (s.a.v) şöyle dedi: “Eğer isterseniz, ‘Sen bize itibardan düşmüş bir halde geldin, biz sana itibar kazandırdık; bize terk edilmiş geldin ve sana yardım ettik; seni toplumdan atılmış bulduk, içeri aldık; seni mahrum bulduk, rahatlattık’ diyebilirsiniz. Doğruyu da söylemiş olursunuz ve size inanılır. Ey ensâr! Ben sizin İslâm’ınıza güvenmişken, benim insanların kalblerini ısındırmak için kullandığım dünya malları kalbinizde o kadar çok mu yer tutuyor? Ey ensâr! Memnun değil misiniz? İnsanlar, develerini ve koyunlarını götürürken, siz evinize Allah’ın Rasûlü’nü beraberinizde götürüyorsunuz. Ensâr hariç, bütün insanlar bir yöne gitse, ensâr da başka bir yola gitse, ben ensârın yolundan giderdim. Allah ensâra, onların oğullarına ve oğullarının oğullarına rahmet etsin.” Adamlar gözyaşlarıyla sakalları ıslanıncaya kadar ağladılar ve bir tek ses halinde: “Biz hissemize düşen Allah’ın Rasûlü’nden memnunuz” dediler.

77-ZAFERDEN SONRA
Ci’râne’den sonra Peygamber (s.a.v) umre yaptı ve Medîne’ye döndü. Medîne’ye varmadan kısa bir süre önce, Hudeybiye’de Müslümanların liderlerine bağlılığına şaşıran Sakif’li Urve’ye rastladı. Urve, Huneyn Savaşı sırasında Yemen’deydi. Yolda aldığı bu mucizevî zafer haberleri, içinde zaten var olan imanı alevlendirdi. Peygamber (s.a.v)’e gidip biat etti ve ondan Taif’e gidip halkını İslâm’a çağırmak için izin istedi. “Seni öldürürler” dedi Peygamber (s.a.v). “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben onlara çocuklarından daha sevgiliyim” dedi. Peygamber (s.a.v), “Seni öldürürler” diye tekrarladı. Fakat Urve (r.a.) üçüncü kez izin isteyince, “Eğer istiyorsan git” dedi. Aynen Peygamber (sav.)’in söylediği gibi, Taifliler onun evini okçularla sardılar; kısa bir süre sonra Urve (r.a.) ölümcül bir ok yarası aldı. Ailesinden bazıları ölmek üzere iken, ona ölümüyle ilgili ne düşündüğünü sordular. “Bu Allah’ın rahmetinden bana verdiği bir lütuftur” dedi. Daha sonra onlara, kendisini Taif kuşatması sırasında şehid olanların yanına gömmelerini söyledi. Ailesi de bu isteğini yerine getirdi. Peygamber (s.a.v)’e onun öldüğü söylendiğinde, “Urve, Yâsîn’deki (Yâsîn: 20) adam gibidir.
Halkını Allah’a çağırdı, onlar da onu öldürdüler” dedi.
Bu adam Aziz Peter kovulduktan sonra, halkını İsâ’nın mesajını kabul etmeye çağıran Antakya’lı bir marangoz olan Habîb idi. Antakyalılar onu öldürdüler ve Kur’ân’da anlatıldığı üzere: 
Ona: Cennete gir, denildi. O da: ‘Keşke benim kavmim de bir bilseydi’ dedi; Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını” (Yâsîn: 26-7).
Urve’nin ölümünden sonra oğlu ve yeğeni Taif’ten ayrılıp Medîne’ye geldi. Orada Müslüman olup, muhâcirlerden biri olan kuzenleri Muğîre’yle birlikte yaşamaya başladılar.
Abdullah İbn Revâha (r.a.)’nın Mu‘te’de şehid olması, Peygamber (s.a.v)’i sadece yakın bir arkadaşı değil, iyi bir şairi de kaybettiği için üzmüştü. Çünkü O’nun, Abdullah’ın dizelerini, Hassan ve Kâ’b İbn Mâlik’in dizelerine eş tuttuğu söylenirdi. Fakat genel kanıya göre, Arabistan’da tüm diğer şairleri gölgede bırakan iki şair vardı. Bunlardan biri Lebîd, diğeri ise bir önceki neslin en iyi şairlerinden olan Zübeyr İbn Selmân’ın oğlu Kâ’b idi. Kâ’b, Muzeyne’li olmasına rağmen hayatının çoğunu Gatafan’lılarla birlikte geçiriyordu. Bu nedenle de kabilesinde çok yaygın olan İslâm’ın etkisinden uzakta kalıyordu. Kâ’b’ın kardeşi Buceyr (r.a.), Hudeybiye’den sonra Müslüman olmuştu; fakat Kâ’b yeni dini şiddetle reddediyor ve Peygamber (s.a.v)’i aşağılayan şiirler yazıyordu. Peygamber (s.a.v) bu nedenle, bu şiirleri yazanı öldürenin Allah rızası için bir hayır yapmış olacağını ilan etmişti. Buceyr (r.a.), daha önceden ümitsizlikle kardeşini Peygamber (s.a.v)’e gidip ondan af dilemeye teşvik etmişti. “O pişman olarak kendisine dönen kimseyi öldürmez” demişti. Mekke’nin fethinden sonra Kâ’b yine önceki fikirlerini muhâfaza eden ve içinde aşağıdaki dizeler de bulunan bir şiir yazmıştı:
“Sadece Allah’a, ne Uzzâ’ya ne Lât’a Kaçabilirsin, eğer kaçabilirsen,
Hiç kimsenin kaçamayacağı, insanlardan kaçılamayacağı günde
Kalbi saf bir şekilde Allah’a teslim olan kişi bundan müstesnadır.”
Her taraftan sayısız insanların İslâm’a girmesiyle, Kâ’b yeryüzünün kendisi için daraldığını hissetti. Hayatını kaybetmekten korkarak Medîne’de, arkadaşlarından biri olan Cuheyne’li bir adama gitti ve Müslüman olduğunu söyledi. Ertesi gün mescidde sabah namazına cemaate katıldı. Namazdan sonra ellerini Peygamber (s.a.v)’in elinin üstüne koyarak, “Ey Allah’ın Rasûlü! Eğer Zübeyr’in oğlu Kâ’b pişman olup bir Müslüman olarak sana gelse ve dokunulmazlık istese, onu sada getirsem kabul eder misin?” dedi. Peygamber (s.a.v) kabul edeceğini söyleyince, “Ey Allah’ın Rasûlü, ben Zübeyr’in oğlu Kâ’b’ım” dedi. Ensârdan biri ayağa kalktı ve onun başını kesmek için izin istedi. Fakat Peygamber (s.a.v), “Onu bırak, o pişman olarak geldi ve artık eskisi gibi değil” dedi. Daha sonra Kâ’b bu olay için yazdığı dizeleri okudu. Şiir geleneksel bedevî stilindeydi; diksiyonu harika ve melodiliydi; çoğunlukla berrak tabiat tasvirleri yer alıyordu. Fakat asıl teması af, dileme idi. Şiir, başlangıcında Peygamber (s.a.v)’i ve muhâcirleri öven bir pasaj ile son buluyordu:
“Rasûl bir ışıktır, bir ışık kaynağı;
Bir Hindistan kılıcı, Allah’ın çekilmiş kılıçlarından biridir,
Mekke vadisinde İslâm’ı seçtiklerinde, insanlar; ‘Gidin!’ dediler.
Gittiler, ama zayıf ve kaçaklar olarak değil,
Bineklerinin üstünden sarkarak ve kötü silahlarla silahlanmış olarak değil,
Bilakis parlak giysili, gururlu ve soylu tavırlı kahramanlar olarak
Bu karşılaşma için Dâvûd’un ördüğü zırhları giymiş olarak.”
Kâ’b (r.a.) okumayı bitirdiğinde Peygamber (s.a.v) çizgili Yemen kumaşından yapılmış olan cübbesini çıkardı ve dilini kullanmadaki başarısının ödülü olarak şairin omuzlarına attı.
Fakat daha sonra arkadaşlarından birine, “Keşke ensârdan da bahsetseydi, çünkü onlar bunu hakettiler” dedi. Kâ’b bunu duyunca ensârı öven, onların savaştaki cesaretini, himayelerinin emin olduğunu, ev sahibi olarak ne kadar cömert olduklarını, her zaman yiğit olduklarını anlatan bir şiir yazdı.
Mâriye (r.a.)’nin çocuğunun doğmasına az zaman kalmıştı. Çocukların hepsinin doğumunda da Hatîce’ye yardım eden Selmâ artık yaşlı bir kadındı. Fâtıma’nın dünyaya gelmesinden beri yirmi beş yıl geçmişti. Fakat Selmâ yine de Peygamber (s.a.v)’in yeni çocuğunun doğumu sırasında orada olmak istedi. Doğumun yaklaştığı anlaşılınca Mâriye’nin oturduğu yukarı Medîne’deki eve gitti.
Çocuk o gece doğdu ve aynı gece Cebrâîl gelip Peygamber’e (s.a.v) her zamankinden farklı bir adla hitap etti: “Ey İbrahim’in babası!” Doğumdan hemen sonra Selmâ kocası Ebû Râfi’yi Peygamber (s.a.v)’e bir oğlu olduğunu haber vermek üzere gönderdi. Ertesi sabah namazdan sonra Peygamber (s.a.v) ashâba doğumu haber verdi. “Ona atamın adı olan İbrahim adını veriyorum” diye ekledi. Medîne’de büyük bir sevinç ve ensâr kadınları arasında da çocuğun süt annesinin kim olacağı konusunda büyük bir rekabet yaşanıyordu. Şans Yukarı Medîne’de bebeğin annesine yakın bir yerde oturan bir demircinin karısına çıktı. Peygamber (s.a.v) oğlunu hemen hemen her gün ziyaret eder ve genellikle öğle uykusunu orada uyurdu.
Bazen de İbrahim babasının evine getirilirdi. Âişe (r.a.), bir gün Peygamber’in kucağında çocuğu evine getirdiğini ve “Bana ne kadar benzediğine bak” dediğini anlatır. Âişe (r.a.) ona, “Hiçbir benzerlik göremiyorum” diye cevap vermişti. Peygamber (s.a.v) ona, “Cildinin kumrallığını ve teninin pürüzsüzlüğünü görmüyor musun?” dedi. Âişe (r.a.), “Koyun sütüyle beslenen her çocuk tombul pürüzsüz tenli olur” cevabını verdi. Çobanlardan birine, çocuğun süt annesine her gün süt göndermesi tenbih edilmişti.
Peygamber (s.a.v) Mekke’den dönüşünden sonra altı ay kadar Medîne’de kaldı ve bu sırada birçok küçük seferler düzenledi. Bunlardan biri Ali (r.a.) kumandasında, yerleşim bölgeleri Medîne’nin kuzeydoğusunda olan Tay kabilesi üzerine gönderilen ordu idi. Bundan kısa bir süre önce Ali (r.a.), Kızıl Deniz’de yer alan Kudeyd’deki Menat tapınağını yok etmek üzere gönderilmişti. Ali (r.a.)’nin orayı harap etmesinden sonra, Arabistan’ın üç önemli put merkezinden sadece Taif’teki Lât tapınağı kalmıştı. Fakat Füls tapınağı da Hıristiyan olmayan Tay’lılar için bir put tapınma merkezi olarak kabul ediliyordu. Bu seferin ana amacı bu tapınağı ortadan kaldırmaktı. Tay, şair Hâtim’in kabilesi idi Babası gibi Hıristiyan olan oğlu Adiy, onun ölümü üzerine kabilenin başına geçmişti.
Ali (r.a.) ve adamlarının yaklaştığı haberini duyunca Adiy, yakın ailesini yanına alıp kaçtı. Sadece bir tek kız kardeşi kabilenin diğer fertleriyle birlikte esir alındı. Adiy’in kız kardeşi Medîne’de Peygamber (s.a.v)’in önüne getirildiğinde Peygamber (s.a.v)’in ayaklarına kapandı ve kendisini serbest bırakması için yalvardı. “Babam esirleri hep serbest bırakırdı, misafire iyi davranır, açları doyurur ve üzgünleri teskin ederdi. İyilik bekleyen hiç kimseden yüz çevirmemişti. Ben Hâtim’in kızıyım.” Peygamber (s.a.v) ona nazikçe cevap verdi ve etrafındakilere dönerek: “Bırakın gitsin; çünkü onun babası soylu davranışları severdi, Allah da onları sever” dedi.
O sırada kabilesinden biri onu kurtarmak üzere gelmişti. Peygamber (s.a.v) onu bir deve ve bir elbise vererek gelen adama teslim etti. Hâtim’in kızı, kardeşi Adiy’i aramaya gitti ve onu Medîne’ye gitmeye ikna etti. Adiy orada Peygamber (s.a.v)’e biat ederek Müslüman oldu. Peygamber (s.a.v) de onun Tay kabilesinin başkanlığını onayladı. Adiy (r.a.) daha sonra samimi ve nüfuzlu bir müttefik olduğunu gösterdi.
Bu aylardan birinde, recebin başlarında Peygamber (s.a.v), Necâşî’nin ölüm haberini aldı. Haberi aldıktan sonra mescidde kılınan ilk namazın arkasından cemaate döndü ve: “Bugün adaletli bir adam öldü. Kalkın ve kardeşiniz Eşeme için dua edin” dedi. Daha sonra onlara cenaze namazı kıldırdı. Sonraları Habeşistan’dan kralın mezarı üzerinde sürekli parlayan bir ışığın bulunduğu haberi geldi.

78-TEBÜK
Huneyn Savaşı’ndan kısa bir süre sonra İmparator Herakliyus, Kudüs’e giden kutsal yolu tekrar inşa ettirdi. Bu, Kur’ân’da önceden haber verilen ve “O gün mü’minler sevineceklerdir” (Rûm: 4) diye ifade edilen Bizanslıların İranlılara karşı kesin zaferini noktalıyordu. İranlıların Suriye’den ve Mısır’dan askerlerini çekmek zorunda kalmaları da bir sevinç kaynağıydı. Fakat Suriye’de bir tehlikenin yerini diğeri almıştı. İslâm devletinin sadece bu taraftan bir tehlike ile karşı karşıya olduğu söylenebilirdi. Medîne’de Herakliyus’un Medîne’ye karşı uzun bir sefer düzenlemek üzere ordusuna bir mühlet verdiği söylentileri dolaşıyordu. Bizanslıların güneyde Belka’ya kadar geldikleri ve Lehm, Cudam, Gassan ve ‘Amile kabilelerini ele geçirdikleri de söyleniyordu. Bu haberler bir bakıma abartma, bir bakıma da gerçeğin tam tersi idi. Herakliyus’un İran seferi sırasında rüyasında kendisini İslâm’a çağıran mektubu yazan adamla özdeşleştirdiği “sünnetli bir adamın” Suriye Krallığı’nı ele geçirişini gördüğü, henüz herkesçe bilinmiyordu. Gördüğü rüya öylesine etkili ve açıktı ki, Herakliyus’un güneye doğru yayılmasını engelledi ve bir dereceye kadar Suriye’nin savunmasını gevşetmesine neden oldu. Herakliyus, Kudüs’ten Humus’a çekilmişti. Orada, tüm bu bölgenin fethedileceğinden emin olarak generallerine, kuzeydeki diğer bölgelere yayılmaması şartıyla Suriye bölgesini Peygamber (s.a.v)’e veren bir anlaşma yapmayı önerdi. Generallerin bu fikre çok şaşırmaları ve kesinlikle karşı çıkmaları onun bu planı yürürlükten kaldırmasına neden oldu. Fakat Herakliyus gördüğü rüyayı hiçbir zaman unutmadı.
Aynı şekilde Peygamber (s.a.v) de Allah’ın İslâm ordularına Suriye kapılarını açacağından emindi. Ya zamanının geldiğini düşünerek ya da kaçınılmaz kuzey seferi için ordularına deneyim kazandırmak için Bizanslılara karşı bir sefer düzenleyeceklerini açıkladı. Daha sonra şimdiye kadar kumanda ettiği en büyük ve en iyi silahlarla donanmış bir ordu kurmaya başladı. O zamana kadar bu tür durumlarda asıl amacını gizli tutmak ve hazırlıkları mümkün olduğu kadar gizli yapmak adetiydi. Fakat bu kez gizlilik yoktu. Mekke’ye ve diğer müttefik kabilelere Suriye seferi için silahlı ve binekli adamlar göndermeleri için haber gönderildi.
M.S. 630 yılının Ocak ayı başlarıydı. Mevsim her zaman sıcak olurdu; fakat o yıl bir kuraklık olmuştu ve ısı her zamankinden daha yüksekti. Aynı zamanda olgun ve taze meyve yeme zamanıydı. Bu iki durum sefere katılmamak için iki sebep teşkil ediyordu. Üçüncü neden ise imparatorluk lejyonlarının dehşet verici şöhretiydi. Münafıklar ve Müslümanlardan samimiyeti az olanlar Peygamber (s.a.v)’e gelip çeşitli mazaretler öne sürerek sefere gitmemek için izin istediler. Bedevîlerin çoğu da böyle yaptı. Geride kalanlar içinde dört salih imanlı kişi de vardı: Kâ’b İbn Mâlik, Hazrec’ten iki kişi ve Evs’ten bir adam. Bunlar evde kalmak için kesin bir karar almamışlar ve özürler öne sürmemişlerdi. O mevsimde Medîne’den ayrılmak onlara o kadar sevimsiz gelmişti ki, hazırlık yapmaya başlayamamışlar ve bu işi bugünden yarına ertelemişlerdi. Uyandıklarında ise vakit çok geçti ve birlikler gitmişti. Fakat çoğunluk hızla hazırlığa koyulmuşlar ve zenginler daha fazla para yardımı yapma konusunda yarışmışlardı. Osman tek başına on bin adama alet ve binek sağladı. Böyle olduğu halde gitmek isteyen herkese yetecek kadar binek ve alet yoktu. O sırada inen bir âyet (Tevbe: 92) Peygamber (s.a.v)’in binek ve alet sağlayamadığı için istemeyerek geri çevirdiği, bunun üzerine ağlamaya başlayan “yedi ağlayan kişi”yi -beş fakir ensâr ve Muzeyne ile Gatafan’dan iki bedevî- hafızalara işliyordu.
Bütün bedevî müttefikler de katıldıktan sonra ordu, on bini atlı, otuz bin kişiye yaklaşmıştı. Şehrin dışına bir kamp kurulmuş ve ordu herkes hazır olup Peygamber (s.a.v) de yola çıkıp kumandayı ele alana kadar ordu Ebû Bekir’in yönetimine verilmişti.
Peygamber (s.a.v) Ali (r.a.)’yi ailesine bakmak üzere Medîne’de bırakmıştı. Fakat münâfıklar Peygamber’in onu bir fazlalık olarak gördüğü ve gözünün önünden uzak tutarak ondan kurtulduğu söylentisini yaydılar. Bunu duyan Ali (r.a.) o kadar üzülmüştü ki zırhını giydi, silahlarını kuşandı ve ona katılmak için yalvarmaya niyetlenerek Peygamber (s.a.v)’e ilk konaklardan birinde yetişti. Ona insanların neler konuştuklarını anlattı. O da: “Yalan söylüyorlar. Geride bıraktıklarım için orada kalmanı emrediyorum. Geri dön ve beni hem kendi ailende, hem de benim ailemde temsil et. Ey Ali! Benden sonra Peygamber gelmemesi hariç senin bana, Mûsâ’nın Hârûn’a yakınlığı gibi yakın olmandan memnun değil misin?” dedi.
Kuzeye doğru ilerlerken bir gün sabah namazında Peygamber (s.a.v) abdest almakta gecikti. Adamlar saflara dizilmişlerdi; namaz kılmadan önce güneşin doğmasından korkana dek onu beklediler. Daha sonra Abdurrahman İbn Avf (r.a.)’ın imamlık yapmasına karar verildi. Peygamber (s.a.v) geldiğinde hemen hemen birinci rekatı bitirmişlerdi. Abdurrahman (r.a.) tam geri çekilecekken Peygamber (s.a.v) onu yerinde kalması için itti ve kendisi de cemaate katıldı. Cemaat, namazı bitirip selam verince Peygamber (s.a.v) ayağa kalktı ve kaçırdığı rekatı kıldı. Bitirdikten sonra, “İyi yaptınız; çünkü hiçbir Peygamber ümmetinden takvâ sahibi birinin arkasında namaz kılmadıkça ölmez”[305] dedi.
O sırada Medîne’de yaklaşık olarak ordu yola çıktıktan on gün sonra, geride kalan dört mü’minden biri olan Hazrec’li Ebû Hayseme (r.a.) çok sıcak bir günde bahçesindeki ağaçların gölgesine gitti. Orada iki kulübe vardı. Hanımlarının, iki kulübeye de su serpmiş olduğunu gördü. İkisi de kendisi için yemek hazırlamış ve içmesi için toprak testilerde su soğutmuşlardı. Kulübelerden birisinin kapı eşiğinde ayakta durdu ve, “Allah’ın Rasûlü güneşin sıcağı altında, sıcak rüzgârlarla kavrulmuş; Ebû Hayseme ise serin bir gölgelikte, onun için kendi evinde yemek ve hanımları hazırlanmış!” dedi. Daha sonra hanımlarına dönerek, “Vallahi, Allah’ın Rasûlü’ne yetişmeden ikinizin kulübesine de girmeyeceğim. O halde benim için erzak hazırlayın” dedi. Hanımları onun için erzak hazırladılar. Ebû Hayseme devesini semerleyerek hızla ordunun arkasından yola çıktı.
Medîne’den Kudüs’e giden yolun hemen hemen tam ortasında Peygamber (s.a.v) bir gece, “İnşallah yarın Tebuk akarsuyuna ulaşacaksınız. Güneş yükselip yakıcılığı artana kadar oraya varamayacaksınız. Ona ulaşan kimse ben gelinceye kadar suya dokunmasın” dedi. Fakat oraya ilk varan iki kişi kaynaktan içtiler. Ordunun büyük bir kısmı geldiğinde birkaç damla su kalmıştı. Peygamber (s.a.v) bu iki kişiyi sert bir dille azarladı ve birkaç kişiye çukurlarda bulabildikleri kadar suyu toplayıp eski bir deri parçasına doldurmalarını söyledi. Yeteri kadar su toplandığında kabın içinde ellerini ve yüzünü yıkayıp kaynağın ağzını kapatan kayanın üstüne serpti ve ellerini onun üstünden geçirerek Allah’ın dilediği şekilde dua etti. Daha sonra gök gürültüsü gibi bir sesle birlikte su fışkırdı. Bütün adamlar ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra bile hâlâ su akıyordu. Peygamber (s.a.v), yanında duran Mu’az’a döndü ve: “Ey Mu’âz! Belki sen bu yerin bahçelerle dolu bir vadi olduğunu görene kadar yaşayacaksın” dedi. Gerçekten de söylediği gibi oldu.
Peygamber (s.a.v) ordu ile yola çıkmayı kaçıran dört mü’minin hatası üzerine üzülmüş ve hayal kırıklığına uğramıştı. Tebûk’e ulaştıktan birkaç gün sonra onlara yetişen Hayseme için de daha önceden üzülmüştü. Yalnız bir yolcunun yaklaştığı görüldüğünde, henüz yüz hatları belirgin olmamasına rağmen Peygamber (s.a.v) dua eder gibi, “Ebû Hayseme olsa!” dedi. Adam onlara yaklaşıp selam verdiğinde de, “Yazıklar olsun sana Ebû Hayseme!” dedi. Fakat neler olduğunu dinledikten sonra onu affetti.
Ordu Tebûk’te yirmi gün kaldı. Bizans’tan gelen tehlike söylentilerinin gerçek olmadığı ortaya çıkmıştı. Diğer taraftan bu Suriye’nin fethi için uygun bir zaman da değildi. Fakat o günlerde Peygamber (s.a.v) Akabe Körfezi’nde ve doğudaki sahillerde yaşayan Hıristiyan ve Yahudi kabileleriyle bir barış anlaşması yaptı. Yıllık haraç karşılığında onlara İslâm devletinin himayesi vaadediliyordu. Daha sonra Peygamber (s.a.v), Hâlid (r.a.)’i yirmisi atlı dört yüz kişiyle Tebûk’ün kuzeydoğusundaki Dûmet el-Cendel’e göndererek ordunun geri kalan kısmıyla birlikte Medîne’ye döndü. Bu önemli kale Suriye’ye giden yollardan birinin ve Medîne’den Irak’a giden yolun üzerindeydi. Buranın hıristiyan yöneticisi Ukeydir, Hâlid (r.a.) tarafından yenilip esir edilince çok şaşırmıştı. Hâlid, onu Medîne’ye götürdü. Ukeydir (r.a.), Medîne’de Peygamber (s.a.v)’e biat ederek Müslüman oldu.
Linklerin Gorulmesine Izin Verilmiyor. Kayit ol ya da Giris Yap
 

hakansen967

  • Vip Üye
  • *****
  • İleti: 3625
  • Etkinlik:
    4.8%
  • Tesekkur Edildi: 870 kez
  • Rep Puanı: 574
  • Cinsiyet: Bay
    • ilahisözleri.net
Ynt: Mustafa Demirci - Hz.Muhammedin S.A.V Hayatı 16.cd
« Yanıtla #35 : 21 Aralık 2022, 14:45:09 »
79-TEBÜK’TEN SONRA
Bedir’den dönüş gibi, Tebûk’ten dönüş de üzüntülü olmuştu; yokluğu sırasında Peygamber (s.a.v)’in kızlarından biri daha, Ümmü Gülsüm (r.a.) ölmüştü. Bu sefer kızının kocası da Medîne’de değildi. Peygamber (s.a.v) onun mezarı başında dua etti ve Osman (r.a.)’a “eğer bekâr bir kızım daha olsaydı sana verirdim” dedi.
Sefere katılmayan münafıklar teker teker Peygamber (s.a.v.)’e gittiler ve özürlerini beyan ettiler. Peygamber (s.a.v.) onları, Allah’ın gizli düşünceleri bildiğini söyleyerek uyarmasına rağmen, yine de özürlerini kabul etti. Fakat geride kalan üç mü’mine, Allah onlar hakkında hüküm verinceye kadar kendisinden uzak durmalarını ve diğer mü’minlere de bu üç kişiyle konuşmamalarını söyledi. Bu üç kişi elli gün boyunca toplum dışı bir hayat sürdüler. Fakat ellinci gün sabah namazından sonra Peygamber (s.a.v.) mescidde Allah’ın onları affettiğini ilan etti. Bu konuda nazil olan âyetler şöyleydi:
“(Savaştan) Geri bırakılan üç (kişiyi) de (bağışladı). Öyle ki, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, nefisleri de kendilerine dar (sıkıntılı) gelmişti. Ve O’nun dışında (yine) Allah’tan başka bir sığınacak olmadığını iyice anladılar. Sonra tevbe etsinler diye onların tevbesini kabul etti. Şüphesiz Allah (yalnızca) O tevbeleri kabul edendir.” (Tevbe: 118)
Cemaat sevince boğuldu ve pek çok kişi bu güzel haberi onlara vermek için mescidden aceleyle çıktılar. İçlerinden en gençleri olan Kâ’b İbn Malik (r.a.) şehrin dışında kendisine tek kişilik bir çadır kurmuştu. Daha sonraki yıllarda, yaklaşan bir atın ayak sesleri ve “Ey Kâ’b, müjde!” diye bir bağırma duyduğunu ve nasıl hemen secdeye kapandığını anlatırdı. Bu iyi haberin, affedilme haberinden başka bir şey olmayacağından emindi. Kâ’b daha sonra mescide gitti. “Peygamber (s.a.v.)’e selam verdiğimde” dedi; “yüzü sevinçten parlıyordu. Bana, ‘Annenden doğduğundan beri geçirdiğin en güzel gün için sevin’ dedi. “Ey Allah’ın Rasûlü! Bu senden mi, yoksa Allah’tan mı?” diye sordum. “Hayır, Allah’tan” diye cevap verdi. Allah’ın Rasûlü sevinçli bir haberden memnun olduğunda yüzü ay gibi parlardı.”
Hevâzin’in lideri Mâlik (r.a.) Müslüman olduğundan beri boş durmuyordu. Benî Sakîf hâlâ Taif’e girilmez diye kendileriyle övünebilirlerdi; fakat şimdi tüm yönlerden uzak Müslüman topluluğuyla sarılmışlardı ve gönderdikleri her kervan yağmalanabilirdi. Hatta deve ve koyunlarını bile Mâlik’in adamları alır diye otlamaya dışarı çıkaramıyorlardı. Üstelik Mâlik’in adamları, ellerine düşen Sakîf’liler putperestlikten vazgeçmedikçe serbest bırakmayacaklarını ve öldüreceklerini ilan etmişlerdi. Birkaç ay sonra Taif’liler Peygamber’e (s.a.v.) İslâm’ı kebul edeceklerini bildiren; buna karşılık halkın, mallarının ve topraklarının güvenlikte olacağını garanti eden bir anlaşma yapmak üzere bir heyet göndermekten başka seçenekleri olmadığına karar verdiler.
Tebûk’ten Ramazan’ın başında dönülmüştü. Aynı ay içinde Taif’ten Medîne’ye bir heyet geldi. Delegeler konukseverce karşılandılar ve onlar için mescidin yakınına bir çadır kuruldu. Eğer Müslüman olurlarsa yerleşim bölgelerinin İslâm devletinin koruması altında olmasına karar verildi. Fakat Peygamber (s.a.v.) onların bazı isteklerini kabul etmedi. Delegeler Lât’ın üç yıl kadar tahrip edilmeden muhafaza edilmesini istediler. Peygamber (s.a.v.) bu isteği geri çevirince iki yıla, sonra bir yıla indirdiler, en sonunda bir ay mühlet istediler. Peygamber (s.a.v. ) buna da hayır dedi. Daha sonra ona putlarını kendi elleriyle tahrip etmemeleri ve her gün beş vakit namaz kılmamaları için yalvardılar. Onlara, “Namaz olmayan dinde hayır yoktur” diyerek namaz kılmaları gerektiğini söyledi. Fakat putlarını kendi elleri ile tahrip etmemeleri konusundaki önerilerini kabul etti. Urve’nin yeğeni Muğîre’ye delegeler ile birlikte gitmesini ve Mekke’den kendisine yardım etmek üzere Ebû Süfyân’ı alıp Lât’ı tahrip etmesini emretti.
Müslüman olduktan sonra delegeler ramazanın geri kalanını Medîne’de oruç tutarak geçirdiler ve daha sonra Taif’e döndüler. Ebû Süfyân gruba Mekke’de katıldı; fakat putu kıran, tek elli Muğîre idi. Muğîre’nin kabilesi, Urve ile aynı kaderi paylaşmasından korkarak onun için bazı koruma önlemleri almışlardı. Fakat kırılan put için, feryat eden kadın seslerinden başka bir müdahale olmadı.
Şehrin teslim olmasına en çok üzülen iki kişi, ne o şehrin vatandaşı ne de Lât’ın bağlılarındandı. Peygamber (s.a.v.), Mekke üzerine yürüdüğünde, Hanzele’nin babası Ebû Amir ve ciritçi Vahşî, onlara yenilmez bir şehir gibi görünen Taif’e sığınmışlardı. Fakat şimdi nereye sığınabileceklerdi? Ebû Amir, Suriye’ye kaçtı ve orada kendi kendine ettiği bedduayı yerine getirerek “yalnız ve yuvasız bir sürgün” olarak öldü.
Sakif’li bir adam Peygamber (s.a.v.)’in Müslüman olan hiç kimseyi öldürmediğini söylediğinde, Vahşî hâlâ nereye gidebileceğini düşünüyordu. Vahşî, bunun üzerine Medîne’ye gitti; Peygamber (s.a.v.)’in huzurunda kelime-i şehâdet getirdi. O, böyle yaparken mü’minlerden biri, onun Hamza’yı öldüren köle olduğunu anladı ve, “Ey Allah’ın Rasûlü, bu Vahşi!” dedi. “Olsun” dedi Peygamber (s.a.v.); “Çünkü bir kişinin İslâm’a girmesi, benim için bir kâfiri öldürmekten daha iyidir.” Daha sonra gözleri, önündeki siyah yüzde gezindi: “Gerçekten sen Vahşî misin?” diye sordu. Adam doğrulayınca; “Otur ve Hamza’yı nasıl öldürdügünü bana anlat” dedi. Adam anlatmayı bitirdiğinde Peygamber (s.a.v.), “Yazıklar olsun, yüzünü benden uzak tut. Bırak da sana bir daha bakmayayım” dedi.
Ebu Amir’in kuzeni İbn Übey’e gelince, Tebûk’tan bir ay sonra hastalandı ve birkaç hafta sonra ölmek üzere olduğu anlaşıldı. Eski kaynaklar, onun nasıl öldüğü (mü’min olarak mı, münafık olarak mı) konusunda farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Fakat Peygamber (s.a.v)’in onun başında cenaze namazı kıldığı ve kabri başında dua ettiği konusunda hepsi aynı fikirdedirler. Bir kaynağa göre Ömer (r.a.), Peygamber (s.a.v) namaz için yerini aldığında onun yanına gitmiş ve bir münafığa bu kadar lütufta bulunmaması için ona karşı çıkmıştı. Peygamber (s.a.v) ona gülümseyerek şu cevabı verdi: “Ömer, arkama geç. Bana bir seçenek verildi, ben de seçtim. Bana “Sen, ister onlar için bağışlanma dile ya da istersen onlar için bağışlama dileme. Onlar için yetmiş kere bağışlama dilesen de, Allah onları kesinlikle bağışlamaz.” (Tevbe: 80)
denildi. Eğer yetmiş defadan fazla bağışlanma dilediğimde Allah’ın onları bağışlayacağını bilsem dualarımın sayısın artırırdım.” Daha sonra namazı kıldırdı, tabutun yanında mezarlığa kadar yürüdü ve mezarın başında durdu. Bundan kısa bir süre sonra münafıklar hakkında şu âyet nazil oldu:
“Onlardan ölen birinin namazını hiçbir zaman kılma, mezarı başında durma. Çünkü onlar, Allah’a ve Rasûlü’ne (karşı) küfre saptılar ve fâsıklar olarak öldüler.” (Tevbe: 84)
Fakat başka kaynaklara göre bu âyet Tebûk’ten döndükten hemen sonra nazil olan vahyin bir bölümü idi. Bu âyet İbn Übey’e uygulanamazdı; çünkü Peygamber onu hastalığı sırasında ziyaret etmiş ve ölümün yakınlığının onu değiştirdiğini görmüştü. İbn Übey, Peygamber (s.a.v)’den öldüğünde kefelenmek için bir elbisesini ve kabre kadar tabutunun yanında gitmesini istemiş, O da bunu kabul etmişti. Daha sonra da, “Ey Allah’ın Rasûlü! Ümit ederim ki tabutumun yanında dua eder ve günahlarımın affı için Allah’tan bağışlanmamı dilersin” demişti. Peygamber (s.a.v) yine kabul etmiş ve O öldükten sonra da sözünü yerine getirmişti. Tüm bu olaylar esnasında ölen adamın oğlu Abdullah da vardı.
Peygamber (s.a.v)’e elçiler gönderen tek kabile Sakîf değildi. “Heyetler yılı” olarak anılan hicretin bu dokuzuncu yılında Medîne’ye Arabistan’ın her tarafından daha pek çok elçi geldi. Bunlar arasında Yemen’in çeşitli bölgelerinden gelen elçiler ve putperestliği bırakıp Müslüman olduklarını duyuran dört Himyerli prensin mektupları da vardı. Peygamber (s.a.v) onlara samimiyetle cevap verdi; onlara İslâm’ın emirlerini haber verdi. “Dinine bağlı olan bir Yahudi veya bir Hıristiyan’ın dininden döndürülmeyeceğini; fakat cizye (haraç) ödeyip, Allah’ın Rasûlü’nün himayesi altında olacağını” belirterek Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlardan vergi toplamak üzere göndereceği elçilere iyi davranmalarını emretti. Dinsel ayrılıklarla ilgili olarak nazil olan bir âyette şöyle deniliyordu:
“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmetten kılardı; ancak (bu) size verdikleriyle sizi denemesi içindir. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah’adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.” (Mâide: 48)
Gelen heyetlerin hepsinden sonuç alınamıyordu. Bi’r Ma’una’daki katliamdan sorumlu olan Amir İbn Tufeyl, şimdi Benî Amir’in başına gelmiş ve kabilesinin baskıları sonucunda Medîne’ye gelmek zorunda kalmıştı. Fakat câhil bir adamdı. İslâm’a karşılık Peygamber (s.a.v)’den kendisini halifesi olarak ilan etmesini istedi. Peygamber (s.a.v), “O ne senin içindir ne de kabilen içindir” dedi. “O halde” dedi Amir, “Sen şehirlileri yönet, bana da göçebeleri ver.” “Hayır” dedi. Peygamber (s.a.v), “Fakat sana süvarilerin idaresini veriyorum, çünkü sen atlardan anlayan bir adamsın.” Bedevî lider için bu yeterli değildi. Hor görerek, “Bir şeyim olmayacak mı yani?” dedi. Geriye dönerek, “Her tarafı sana karşı atlılar ve yayalarla dolduracağım” dedi. O gittikten sonra Peygamber (s.a.v) dua etti. “Allah’ım! Benî Amir’e hidayet ver ve Tufeyl’in oğlu Amir’in şerrinden İslâm’ı kurtar.” Amir yolda bir saldırıya uğradı ve eve varmadan öldü. Kabilesi yeni bir temsilci heyet gönderdi ve anlaşma yapıldı. Şair Lebîd (r.a.) de elçilerden biriydi ve Müslüman olmuştu. Bundan sonra şairliği bırakmak istediği söyleniyordu. “Buna karşılık Allah bana Kur’ân’ı verdi” demişti. Fakat yine de yeteneklerini dinin hizmetinde kullanarak ölünceye dek şiir yazmaya devam etti.
Hac zamanı yaklaşıyordu. Peygamber (s.a.v) hacılarla ilgilenme görevini Ebû Bekir (r.a.)’e verdi. Ebû Bekir (r.a.) Medîne’den üç yüz kişiyle yola çıktı. Fakat onlar gittikten kısa bir süre sonra, Müslüman ve müşrik Mekke’ye giden tüm hacıların duyması gereken önemli bir âyet nazil oldu. Peygamber (s.a.v), “Bana benim ailemden birinden başkası temsilci olamaz” dedi ve Ali (r.a.)’ye tüm hızıyla gidip hacılara yetişmesini söyledi. İnen âyetleri Mina’da okuyacak ve o yıldan sonra Kâ’be’ye çıplak girilemeyeceğini ve putperestlerin son defa hac yaptıklarını ilan edecekti.
Ali (r.a.) yetiştiğinde Ebû Bekir (r.a.), topluluğa kumanda etmek üzere mi geldiğini sordu. Ali (r.a.) onun kumandası altında olacağını söyledi ve birlikte yola çıktılar. Namazları Ebû Bekir kıldırdı ve hutbeleri de o okudu. Bayram günü, tüm hacılar kurbanlarını kesmek üzere Mina vadisinde toplandıklarında Ali (r.a.) ilahî mesajı açıkladı. Mesajın konusu, putperestlere serbestçe gidip gelme için dört ay mühlet verildiği, bu süreden sonra Allah’ın ve Rasûlü’nün onlara karşı bir sorumlulukları olmayacağı idi. Onlara savaş ilan edilmişti. Bundan sonra görüldükleri yerde öldürülecek ya da esir alınacaklardı. İki istisna yapılmıştı. Peygamber (s.a.v.)’le özel anlaşması olan ve bu anlaşmaya uyanlar anlaşma süresi bitinceye dek güvenlikte olacaklardı. Eğer bir putperest himaye isterse, ona himaye verilecek, İslâm ona tebliğ edildikten sonra emin bir yere yerleştirilecekti.
Putperestlerin   çıkarılmasıyla   sadece   ticaretlerin durgunlaşacağına değil, değerli hediyelerden de mahrum kalacaklarını zanneden yeni Müslüman olan Mekke’lilere hitâben de yeni bir âyet nazil olmuştu:
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak pisliktirler; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız, Allah dilerse sizi kendi fazlından zengin kılar. Hiç şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.” (Tevbe: 28)
Peygamber (s.a.v) Hicret’ten sonra onuncu yıl olan ertesi yılın hemen hemen tamamını evde geçirdi. İbrahim, yürümeye başlamıştı ve henüz konuşmaya başlıyordu. Hasan (r.a.) ve Hüseyin (r.a.)’in, Zeyneb (r.a.) adında bir kız kardeşleri olmuştu ve Fâtıma (r.a.) dördüncü bir çocuk bekliyordu. Ailenin diğer yakınları arasında Ca’fer (r.a.)’in üç oğlu vardı. Ca’fer’in ölümünden sonra Esmâ (r.a.) ile evlendiği için bu üç çocuk Ebû Bekir (r.a.)’in üvey oğulları oluyordu. Esmâ (r.a.) da bir bebek bekliyordu. Peygamber (s.a.v) Esmâ’nın kardeşi Ümmü’l-Fadl (r.a.)’ı çok severdi. Mekke’de iken sık sık onu ziyaret etmek adetiydi. Abbâs (r.a.) Medîne’ye yerleştiğinden beri yine sık sık ziyaret ediyordu. En büyük oğulları Fadl (r.a.), olgunlaşmış ve Peygamber (s.a.v) tarafından sevildiğini gösteren birçok olayla karşılaşmıştı. Bunlardan biri de, Peygamber (s.a.v)’in Meymûne (r.a.)’de kaldığı zamanlar, yeğeni Fadl (r.a.)’ı onunla birlikte kalmaya davet etmesiydi.
Heyetler bir önceki yılki gibi gelmeye devam ediyordu. Bunlardan biri, Peygamber’le (s.a.v) anlaşma yapmak isteyen
Necran Hıristiyanlarındandı. Necranlılar Bizans yönetimindeydiler ve geçmişte Konstantinopol’den birçok yardım görmüşlerdi. Altmış kişi olan heyeti, Peygamber (s.a.v) mescidde kabul etti. Dua etme vakitleri geldiğinde Peygamber (s.a.v) onların doğuya dönerek dua etmelerine izin verdi.
Kaldıkları sürece yapılan görüşmelerde birçok ilkelere değinildi. İsâ’nın kişiliği hakkında Peygamber (s.a.v)’le delegeler arasında birçok anlaşmazlıklar çıktı. Bunun üzerine şu âyetler nazil oldu:
“Şüphesiz, Allah katında İsâ’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra da ‘ol!’ demesiyle o hemen oluverdi. Gerçek, Rabbindendir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma. Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun hakkında seninle ‘çekişip tartışmalara girişirlerse’ de ki: Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra karşılıklı lânetleşelim de Allah’ın lânetini yalan söylemekte olanların üstüne kılalım.” (Âl-i İmrân: 59-61).
Peygamber (s.a.v), bu âyetleri Hıristiyanlara okudu ve onları kendisi ve ailesi ile buluşup âyette önerilen şekilde anlaşmazlığı çözmeye davet etti. Onlar düşüneceklerini söylediler. Ertesi gün Peygamber (s.a.v)’e geldiklerinde, Ali (r.a.)’nin, Fâtıma (r.a.)’nın ve iki oğullarının yanında olduğunu gördüler. Peygamber (s.a.v) büyük bir aba giymiş ve hepsini de içine alacak şekilde yaymıştı. Bu nedenle bu beş kişiye, “ehl-i abâ” denirdi. Hıristiyanlara gelince; anlaşmazlığı artık daha fazla devam ettiremeyeceklerini anladılar. Peygamber (s.a.v) onlarla, vergi vermeleri karşılığında kendilerinin, kiliselerinin ve tüm diğer mallarının İslâm devletinin koruması altında olacağını vadeden bir anlaşma yaptı.
Bu yılın ilk ayları boyunca süren neşeli mutluluk, İbrahim’in hastalanmasıyla birlikte sona erdi. Bir süre sonra onun uzun süre yaşamayacağı ortaya çıktı. Onu annesi Mâriye (r.a.) ve teyzesi Sîrîn (r.a.) tedavi ediyorlardı. Peygamber (s.a.v) onu sık sık ziyaret ediyordu ve ölürken yanındaydı. Çocuk son nefesini verdiğinde kucağına aldı ve gözlerinden yaşlar boşandı. Onun yas ve feryadları yasaklaması, ölüm sonrasındaki tüm üzüntü belirtilerini de yasaklamış olduğu şeklinde anlaşılıyordu. Bu yanlış anlama hâlâ bazı zihinleri meşgul ediyordu. Abdurrahman İbn Avf (r.a.), “Ey Allah’ın Rasûlü! Sen bunu -ağlamasını kasdederek- yasaklamadın mı? Müslümanlar seni ağlarken görürlerse onlar da ağlarlar” dedi. Peygamber (s.a.v) yine ağlamaya devam etti ve konuşabilecek hâle geldiğinde, “Ben bunu yasaklamadım. Bunlar acıma ve merhamet belirtileridir. Merhametli olmayana merhamet olunmaz. Ey İbrahim! Eğer tekrar buluşma va’di olmasa, bu herkesin geçmek zorunda olduğu bir yol olmasa ve son gelenimizin ilk gidene yetişeceğini bilmesek, senin için daha fazla üzülürdük. Yine de senin için çok üzülüyoruz, ey İbrahim! Göz ağlar, kalb hüzünlenir, Allah’ın gücüne gidecek birşey söylemiyoruz” dedi.
İbrahim’in Cennet’te olduğunu söyleyerek Mâriye (r.a.) ve Sîrîn (r.a.)’i teselli etti. Onları bir müddet yalnız bıraktıktan sonra Abbâs (r.a.) ve Fadl (r.a.) ile birlikte döndü. İki yaşlı adam oturmuş onu seyrederken genç adam cenazeyi yıkadı. Daha sonra, cenaze mezarlıktaki küçük mezarına kondu. Üsâme (r.a.) ve Fadl (r.a.) çocuğu mezara uzattıktan sonra Peygamber (s.a.v) cenaze namazını kıldırdı ve kabrin başında oğlu için dua etti. Mezara toprak atıldığında hâlâ mezarın başındaydı. Daha sonra bir kırba su getirmelerini ve mezarın üstüne serpmelerini emretti. Atılan toprağın yüzeyinde dengesizlik vardı, buna işaret ederek: “Sizden biriniz bir şey yaptığında, onu mükemmel yapsın” dedi. Toprağı eli ile düzelterek yaptığı iş için, “Bu ne fayda ne de zarar verdi, fakat hüzünlenenin gönlünü ferahlattı” dedi.
Peygamber (s.a.v) birçok kez, yaptığı her dünyevî işte kişinin mükemmeli araması gerektiğini vurgulamıştır. Birçok sözü de bu amacın dünyevî olmadığını ve uhrevî olduğunu belirtir. Ali (r.a.), Peygamber’in (s.a.v) bu konudaki tutumunun şu sözlerle özetlenebileceğini söylemiştir: “Her zaman yaşayacakmış gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalış.” Her zaman ayrılmaya hazır olmak, her zaman uhrevî olmaktır. Peygamber (s.a.v), “Bu dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol” demiştir.
İbrahim’in öldüğü gün, cenaze gömüldükten sonra bir güneş tutulması olmuştu. Bazıları bunu Peygamber (s.a.v)’in üzüntüsüne bağladılar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), “Ay ve güneş Allah’ın işaret (âyet)lerindendir. Onların ışığı hiçbir insanın ölümü için kesilmez. Onların tutulduğunu görürseniz, aydınlanıncaya kadar dua edin.” dedi.

80-DERECELER
Yeni dine girme sırasında insanları yönlendiren manevî dürtüler artık çok zayıflamıştı. Bu nedenle şu âyet nâzil oldu:
“Bedevîler, dedi ki: ‘İman ettik.’ De ki: ‘Siz iman etmediniz, ancak ‘İslâm (Müslüman veya teslim) olduk’ deyin. İman henüz kalblerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiçbirini eksiltmez.” (Hucurât: 14)
Bu âyet iman etmede teslim olmayı en aşağı derece olarak kabul ediyor ve iman derecelerine işaret ediyordu. Daha yüksek dereceler, Hudeybiye anlaşmasından birkaç ay önce Peygamber (s.a.v)’e nazil olan Nûr Sûresi’nin konusunu - daha doğrusu konularından birini- teşkil ediyordu. Kur’ân’da nûr, iman anlamına gelir ve aşağıda bu nûrun (aydınlanmanın) dört derecesi belirtilmiştir:
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da batıya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu) Nûr üstüne nûrdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltip iletir. Allah insanlar için örnekler vermektedir. Allah, her şeyi bilendir.” (Nûr: 35)
En alt derecede, aydınlatılan fakat kendisi ışık saçmayan kandil vardır. Daha sonra sırça gelir, onun üstünde de kutlu zeytin ağacı yer alır. Bu sembollerin anılması insana; “Allah insanlara örnekler verir” diye başlayan ve sebebini belirterek, “belki düşünürler” (Haşr: 21) diye biten başka âyetleri hatırlatıyor. Nûr âyetinin tümü insanı düşünmeye çağırır. Fakat derecelere gelince Kur’ân bu konuyu burada temsili bir şekilde anlatır. Halbuki ilk nazil olan âyetlerde imanın dereceleri daha açık bir şekilde anlatılmıştır. Bunlardan birinde (Vâkıa: 7-40) insanlar üç gruba ayrılmıştır: “Ashâb-ı meymene” (âhirette amel defteri sağdan verilen ya da sağ yanda olanlar), “ashâb-ı meş’eme” (âhirette defteri soldan verilenler, ya da sol yanda olanlar) ve “yarışıp öne geçmiş öncüler.” “Ashâb-ı meymene” kurtulanlar, “ashâb-ı meş’eme” de cezalandırılanlar, “öncüler” ise en üst derecededirler ve onlara Allah’ın kulları denilir.... Büyük melekleri diğer meleklerden ayırmak için kullanılan Allah’a yaklaştırılmış (mukarrebûn) deyimi bunlar için de kullanılır. İlk nâzil olan sûrelerden bazılarında mü’min kategorisinde, “öncüler”le (sâbikûn) “ashâb-ı meymene” arasında yer alan “iyiler” (ebrâr) diye bir sınıftan da bahsedilir. Bu üçü arasındaki ilişki Kur’ân’ın bu üç grubun Cennet’teki durumlarıyla ilgili anlattıklarından çıkarılabilir. “Ashâb-ı meymene”ye içmek için “saf su” verilirken, en yüce kaynaklar sadece “öncüler”e verilir. “İyiler”e ise, onların “öncüler”in ayak izlerine uyanlar olduğunu belirtir bir şekilde iki farklı kaynağın karışımı verilir. (İnsan: 5), (Mutaffifîn: 27).
Üstünlük derecesine Kur’ân’da kalbten bahsederken de değinilir. Kur’ân çoğunluktan bahsederken: “Gerçek şu ki, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalbler körelir” (Hac: 46) Der diğer taraftan Peygamber (s.a.v) tüm diğer peygamberler gibi, kalbinin devamlı uyanık olduğunu, yani kalb gözünün açık olduğunu söylemiştir. Kur’ân bunun belli ölçülerde başkaları tarafından da paylaşılabileceğini belirtir, çünkü bazen sadece “temiz akıl sahipleri”ne (ulü’l-elbâb) (Yûsuf: 111, Ra’d: 19) hitap eder.
Peygamber (s.a.v)’in Ebû Bekir hakkında şöyle söylediği rivayet edilir: “O sizi çok oruç tutmakla ve çok namaz kılmakla geçmedi; fakat o sizi kalbinde sabit olan bir şey sayesinde geçti.
Peygamber (s.a.v.) sık sık ashâbdan bazılarının diğerlerinden üstün olduğunu belirtirdi. Mekke’nin fethi sırasında Peygamber (s.a.v.)’in yanında Hâlid kendisini azarlayan Abdurrahman İbn Avf’a sinirlenip karşı çıkınca, Peygamber (s.a.v.), “arkadaşlarıma (ashâbıma) nazik davran Hâlid; çünkü senin Uhud Dağı büyüklüğünde altının olsa ve bunu Allah yolunda harcasan, yine de arkadaşlarımdan hiçbirinin faziletine ulaşamazsın” dedi.
Kur’ân’a göre bir derece ile diğerleri arasındaki fark âhirette, bu dünyadakinden daha büyüktür:
“Onlardan bir kısmını bir kısmına nasıl üstün tuttuğumuzu gör. Muhakkak âhiret dereceler bakımından daha büyüktür, üstünlük bakımından da daha büyüktür.” (İsrâ: 21)
Peygamber (s.a.v.) de şöyle demiştir: “Cennet ehli kendi üstlerindeki yüce yerin, şimdi en parlak gezegeni (Venüs) doğu ve batı ufkunda gördükleri yükseklik kadar yukarıda olduğunu görecekler.” İnsanlar arasındaki eşitsizlikler onun öğretme şekline de yansımıştır. Öğrettiklerinin bazılarını sadece anlayabileceklerini umduğu belirli bazı kişilere hasretmiştir. Ebû Hureyre, “Hafızama Rasûlullah (s.a.v.)’tan öğrendiğim iki tür bilgi biriktirdim. Bir kısmını açıkladım; eğer diğer kısmını da açıklarsam bu gırtlağı kesersiniz” diyerek boğazına işaret etmiştir. Mekke ve Huneyn zaferlerinden sonra dönüş yolculuğu sırasında Peygamber (s.a.v) arkadaşlarından bazılarına, “Küçük cihaddan, büyük cidaha dönüyoruz” dedi. İçlerinden biri: “Ey Allah’ın Rasûlü, büyük cihad nedir?” diye sorunca: “Nefse karşı cihad” cevabını verdi. İnsan nefsi iki bölüme ayrılmıştır. Onun aşağı bölümü hakkında Kur’ân:
“Gerçekten nefis var gücüyle kötülüğü emredendir.” (Yûsuf:53)
der. Şuur da denen iyi bölümüne de:
“Kendini kınayıp duran nefis.” (Kıyamet: 2)
adını verir. İşte alt-bene karşı ruhun yardımıyla cihadı yüklenen bu kısımdır.
En sonunda da savaşı sona ermiş ve artık içinde bir ayrılık taşımayan “mutmain (tatmin olmuş) nefis” vardır. “Öncüler”in (sâbikûn), “Allah’ın kulları”nın ve “Allah’a yaklaştırılmış olanlar”ın (mukarrebûn) nefisleri işte böyledir. Kur’ân bu kemâle ermiş olan nefse şöyle hitap eder: “Ey mutmain (tatmin olmuş) nefis. Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön] Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir.” (Fecr: 27-30) Bu lûtuflardaki ikili doğa, Kur’ân’ın mutmain nefis için verdiği iki Cennet va’dini ve Peygamber (s.a.v)’in kendi nihai durumunu anlatmak için söylediği “Rabbimle ve Cennetle buluşma” sözünü hatırlatıyor. “Mutmain nefis” için, “Cennetime gir” sözü “Rabbimle buluşma” sözüne tekabül ediyor: “Kullarımın arasına gir” sözü de “Cennet”e tekabül eder. Yüksek Cennet (Cennetü’l-a’lâ), yani “Rabbimle buluşma” Rıdvan’dan başka bir şey değildir. Aşağıdaki âyet bu sıralarda nazil olmuştu:
“Allah mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara içinde ebedî kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah’tan olan hoşnutluk (Rıdvân) ise en büyüktür. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ da budur.” (Tevbe: 72)
Peygamber (s.a.v) bu dünyada iken ulaşılabilecek en yüksek dereceden de bahsetmiştir. Kutsi hadislerden birinde şöyle denir: “Kulum gönüllü (nafile) ibadetleriyle bana yaklaşmayı ben onu sevinceye kadar devam ettirir; ben onu sevdiğimde, onun duyan kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum”.
Gönüllü ibadetlerin en başında “Allah’ı anmak veya Allah’ı çağırmak” anlamına gelebilecek olan “zikrullah” gelir. İlk inen âyetlerden birinde Peygamber (s.a.v) şöyle bir emirle karşılaşmıştı:
“Rabbinin ismini zikret ve her şeyden kendini çekerek yalnızca O’na yönel.” (Müzzemmil: 8)
Daha sonraları nazil olan bir âyette de şöyle deniyordu: “Hiç şüphe yok namaz, çirkince-utanmazlıklardan ve kötülüklerden vazgeçirir. Allah’ı zikretmek ise muhakkak en büyüktür” (Ankebût: 45).
Kalb ve kalbin körlüğüyle ilgili olarak Peygamber (s.a.v): “Her şeyin pasını silen bir cilası vardır, kalbin cilası ise Allah’ı zikretmektir” demiştir. Mahşer gününde Allah katında kimin en yüksek dereceye sahip olacağı sorulduğunda ise “Allah’ı en çok zikreden kadın ve erkekler” cevabını vermiştir. Bunların Allah yolunda savaşanlardan da yüksek bir derecede olup olmadıkları sorulduğunda ise cevabı şu olmuştur:
“Kişi müşrik ve putperestlere karşı kılıcı kana bulanıp kırılıncaya kadar savaşsa bile, Allah’ı zikretmek ondan daha yüksek bir dereceye sahip olacaktır.”
Linklerin Gorulmesine Izin Verilmiyor. Kayit ol ya da Giris Yap
 

hakansen967

  • Vip Üye
  • *****
  • İleti: 3625
  • Etkinlik:
    4.8%
  • Tesekkur Edildi: 870 kez
  • Rep Puanı: 574
  • Cinsiyet: Bay
    • ilahisözleri.net
Ynt: Mustafa Demirci - Hz.Muhammedin S.A.V Hayatı 16.cd
« Yanıtla #36 : 21 Aralık 2022, 14:45:46 »
81-GELECEK
Peygamber (s.a.v.): “Ümmetimin en iyisi benim dönemimdedir; sonra onlardan sonrakiler daha sonra onlardan sonrakiler gelir” dedi ve kendi çağında yaşayan ümmetinin, yani ashâbının çokluğuna sevindi. Bir keresinde ashâbından on kişiye uğradı ve onları Cennet’le müjdeledi. Bunlar Ebû Bekir, Osman, Ali, Abdurrahman İbn Avf, Ebû Ubeyde, Talha, Zübeyr, Zühre’li Sa’d ve Hanif olan Zeyd’in oğlu Sa’îd idi. Onlardan önce diğer bazı kimseleri de cennetle müjdelemişti. Hadis kitapları onun bu on kişiyle ilgili övgülerinden ve bunlardan başka kimselere de cennetle ilgili verdiği haberlerden bahseder. Örneğin bir hadiste: “Cennet şu üç kişiyi arzular: Ali, Ammâr ve Selmân” buyurulur. Peygamber (s.a.v.) Fâtıma (r.a.)’ya da şöyle demiştir: “Sen, İmrân’ın kızı Meryem hariç, Cennet’teki kadınların en üstünüsün.” Ali (r.a.)’nin, Peygamber (s.a.v.)’den aldığı hikmeti gelecek nesillere ulaştıracak olan en önemli habercilerden biri olacağına işaret ederek onun hakkında, “Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısı.”; umuma hitâben de, “Benim ashâbım yıldızlar gibidirler; hangisini izlerseniz hidayet bulursunuz” demiştir.
Tebûk’ten döndükten sonra Müslümanlar artık savaşın bittiğini düşünerek kendi aralarında konuşmuşlardı. Onuncu yıl boyunca çeşitli heyetlerin gelmeye devam etmesiyle bu düşünce o denli yerleşti ki, mü’minlerin çoğu silah ve zırhlarını satmaya başladılar. Fakat Peygamber (s.a.v.) bunu duyunca, böyle yapmalarını yasakladı ve “Ümmetimden bir bölümü, Deccal gelinceye kadar hak için savaşmaya devam edecek” dedi. Bunun yanı sıra, “Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız”[336] ve “Kendisinden sonra daha kötüsü gelmeyecek olan hiçbir zaman olmaz”[337] da demiştir. O insanları, ümmetinin bozulma sonucunda Hıristiyan ve Yahudileri izlemeye başlayacağını söyleyerek uyarmıştır: “Siz onları adım adım, zira’ zira’ izleyeceksiniz. Öyle ki eğer onlar zehirli bir kertenkele çukuruna girseler, siz yine onların peşinden gideceksiniz.”[338] Kıyametten önce insanlığın genelde yaşayacağı en büyük düşüşü de ifade ediyordu: “İslâm garip olarak başladı, yine garip olacaktır.”[339] Yine de Allah’ın onları bırakmıyacağını vadetmekten geri kalmamıştır: “Allah bu ümmete her yüzyılın başında dinini yenileyecek birini gönderecektir.”[340] Bir başka sefer ashâbdan bazıları, Peygamber (s.a.v.)’‘in, “Ey kardeşlerim!” diye birkaç kez bağırdığını duymuşlardı. “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz senin kardeşlerin değil miyiz?” diye sorduklarında, “Sizler benim arkadaşlarımsınız. Fakat benim kardeşlerim henüz gelmeyenler arasındadırlar.” cevabını vermiştir. Konuşma tarzı, manevî öneme sahip olan kişilerden bahsettiğini gösteriyordu.
Son günlerde, o günlerin çok kötü olmasına rağmen, doğru yolu bulmuş anlamına gelen Mehdî adında bir halifenin çıkacağını da haber vermiştir: “Mehdî benim ümmetimden çıkacak, geniş alınlı ve uzun burunlu olacak. Daha önceden kötülük ve zulümle dolu olan dünyayı doğruluk ve adaletle dolduracak. Yedi yıl hükmedecek.”
En sonunda Mehdî’den sonra veya onun hükümdarlığının son yıllarında Deccâl gelecek, “Sağ gözü üzüm gibi, tüm ışığı gitmiş kör bir adam.” Yeryüzünde büyük tahribat yapacak ve anlattığı yalanlarla daha da çok insanı kendi tarafına çekecek. Fakat ona karşı savaşan bir grup mü’min bulunacak. “Onlar savaşmak için çaba gösterirken” dedi Peygamber (s.a.v.), “namaz kılmak için saflara dizildiklerinde Meryem oğlu İsâ gökten inecek ve onlara imamlık yapacak. Allah’ın düşmanı, İsâ’yı görünce tuzun suda eridiği gibi eriyecek. Eğer bırakılırsa hiç kalmayıncaya kadar erir; fakat Allah, onu İsâ’nın eline düşürecek. İsâ (a.s,) da onun kanını mızrağının ucunda insanlara gösterecek.”
Peygamber (s.a.v.), aynı zamanda kıyametin yaklaştığını işaret eden pek çok alâmeti de haber vermiştir. Bunlardan biri insanların çok yüksek binalar inşa etmesidir. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.)’ın babasından rivayet ettiği bir hadiste bu alametler daha açık bir şekilde anlatılmıştır:
Ömer anlatıyor: “Günün birinde Rasûlullah (s.a.v.)’ın yanında bulunduğumuz sırada elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah, üzerinde yolculuk belirtileri görülmeyen ve böyle iken hiç birimizce tanınmayan bir kimse geldi. Nihayet Peygamber (s.a.v.)’in yanına oturdu. Dizlerini dizlerine dayadı, her iki avcunu iki uyluğu üzerine koyup: ‘Ya Muhammed, İslâm nedir? Bana söyle!’ dedi. Rasûlullah (s.a.v.), ‘İslâm Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, ramazanda oruç tutman ve yoluna gücün yeterse Beyt’i hac etmendir” dedi. O: ‘Doğru söylüyorsun’ dedi. Biz hem soruyor hem de doğruluyor diye onun haline şaşırdık. Ondan sonra: ‘İman nedir? Bana söyle’ dedi. Rasûlullah (s.a.v.), ‘Allah’a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, âhiret gününe iman etmendir. Bir de hayır ve şerrin ancak Allah’tan geldiğine iman etmendir’ dedi. O, ‘Doğru söylüyorsun’ dedi. Ve: ‘İhsan nedir?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.), ‘Allah’a sanki görüyormuş gibi ibadet etmendir. Çünkü sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor’ dedi. O yine, ‘Doğru söylüyorsun’ dedi ve ‘Saat’i (Kıyameti veya ne zaman kopacağını) bana haber ver’ diye devam etti. Rasûlullah (s.a.v.), ‘Bu konuda sorulanın sorandan daha fazla bilgisi yoktur’ diye cevap verdi. O, ‘Öyle ise emarelerini (belirtilerini) bildir’ dedi. Rasûlullah (s.a.v.) cevap olarak, ‘Cariyenin kendi sahibini doğurması ve yalın ayak, sırtı çıplak, fakir koyun çobanlarının hangimizin kurduğu bina daha yüksek diye yarışa çıktıklarını görmendir’ dedi. Bundan sonra o kimse gitti o gittikten sonra birsüre kaldım. Sonra Peygamber (s.a.v) ‘Ya Ömer! Soranın kim olduğunu biliyor musun?’ diye sordu. ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dedim. Peygamber (s.a.v) ‘O Cibrîl idi. Size dininizi öğretmek için geldi’ dedi.

82-VEDA HACCI
Peygamber (s.a.v) Medîne’de iken ramazan ayının ortalarında mescidde on günlük bir inzivaya çekilmeyi (itikaf) adet haline getirmişti; arkadaşlarından bazıları da ona katılırlardı. Fakat o yıl kararlaştırılan on günden başka bir on gün daha mescidde kaldılar. Yani ramazanın son yirmi gününü itikafta geçirdiler. Her ramazanda Cebrâîl gelir ve hafızasında vahiyden bir bölümün silinip silinmediğini anlamak için Peygamber’i kontrol ederdi. Bu yıl Peygamber (s.a.v) Fâtıma (r.a.)’ya gizlice henüz başkalarına söylenmemesi gereken bir sır verdi: “Her yıl Cebrâîl bana Kur’ân’ı bir kez okur, ben de ona okurum: Fakat bu yıl bana iki kez okudu. Zamanımın geldiğini sanıyorum.”
Şevval ayı geçti; yılın on birinci ayında Medîne’de, hacda Peygamber (s.a.v)’in önderlik edeceği haberi yayıldı. Bu haberler çöl kabilelerine de ulaştırıldı ve her adımında Peygamber (s.a.v)’le olmak için vahaya her taraftan akın akın insanlar gelmeye başladı. Bu hac, yüzyıllardan beri yapılan haclara hiç benzemeyecekti: hacıların tamamı bir tek Allah’a inanan kimseler olacak ve hiçbir putperest putperestçe ibadetleriyle Kutsal Ev’i kirletemeyecekti. Ayın sona ermesine beş gün kala Peygamber (s.a.v), otuz bin kadın ve erkeğin başında Medîne’den yola çıktı. Peygamber (s.a.v)’in hanımlarının hepsi, Abdurrahman İbn Avf (r.a.) ve Osman İbn Affân (r.a.) tarafından yedilen develerin üstündeydi. Ebû Bekir (r.a.)’in yanında hanımı Esmâ (r.a.)da vardı. İlk konaklarından birinde Esmâ, Muhammed adını verdikleri bir erkek çocuğu doğurdu. Ebû Bekir (r.a.) onu Medîne’ye geri göndermek istiyordu; fakat Peygamber (s.a.v) ona, hanımının gusül abdesti aldıktan ve hacca için niyet ettikten sonra planlandıkları şekilde haccına devam edebileceğini söyledi.
Medîne’den ayrılışın onuncu gününün akşamı, Peygamber (s.a.v) Mekke’yi fethetmeye giderken geçtikleri bir geçide ulaştı. Orada bir gece geçirdikten sonra ertesi sabah vadiye inmeye başladılar. Peygamber (s.a.v) Kâ’be’yi gördüğünde devesinin ipini sol eline alarak sağ elini yukarı kaldırıp açtı ve dua etti: “Allah’ım; bu evin insanlardan gördüğü saygı, lütuf, bağlılık ve rahmeti artır!” Mescide girdi; tavaf ettikten sonra İbrahim makamında namaz kıldı. Daha sonra Safâ’ya giderek Safâ ile Merve arasında yedi kez gidip geldi: Yanındakiler her yerde yaptığı duaların sözlerini kelimesi kelimesine hafızalarında saklamak için çaba sarfediyorlardı.
Daha sonra Mescid’e giderek, önce de olduğu gibi anahtarlarını koruyan Abdu’d-Dâr’dan Osman (r.a.)’ı ve Üsâme (r.a.) ile Bilâl (r.a.)’i yanına alarak Kâ’beye girdi. Fakat o akşam Âişe’yi çadırında ziyaret ettiğinde Âişe onun üzgün olduğunu fark etti. Sebebini sorduğunda: “Bugün bir şey yaptım, keşke yapmasaydım. Kâ’be’ye girdim, ümmetimden bazıları” dedi, gelecekteki Müslümanları kastederek; “İçeri giremeyebilirler ve bu nedenle nefislerinde huzursuzluk hissedebilirler. Biz sadece onu tavaf etmekle emrolunduk, içine girmekle değil” dedi.
Ümmü Hâni (r.a.)’nin kendi evinde kalması için tüm ısrarlarına rağmen Peygamber (s.a.v) Mekke’deki evlerden hiçbirinde kalmayı kabul etmedi. Yeni ayın sekizinci gününde bütün hacılarla birlikte Mina’ya gitti. Geceyi orada geçirdikten sonra, sabahleyin Haram bölgenin hemen dışında, Mekke’nin on üç mil doğusunda geniş bir vadi olan Arafat’a gitti. Arafat Taif’e giden yol üzerindeydi ve kuzey ve doğudan Taif dağlarıyla çevrilmişti. Fakat bunların hepsinden ayrı her tarafı vadi tarafından çevrelenmiş ve vadi ile aynı adı taşıyan, bazen de Rahmet Dağı denilen bir dağ vardı. Her ne kadar aşağılara kadar yayılıyorsa da, hacıların makamı bu dağ idi. O gün Peygamber (s.a.v) bu tepede vakfe yaptı.
Mekkelilerden bazıları O’nun çok ileri gittiğini söyleyerek şaşkınlıklarını belirttiler. Çünkü diğer hacılar Arafat’a gittikleri halde Kureyşliler, “Biz Allah’ın ümmetiyiz” diyerek haram bölgede kalmayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Fakat Peygamber (s.a.v), İbrahim’in, Arafat’ta geçirilen günü haccın gereklerinden biri olarak emrettiğini ve Kureyşlilerin sonradan onun uygulamasını terk ettiklerini söylemişti. Peygamber (s.a.v) o gün hac geleneğinden bahsetti ve dudaklarından sık sık “İbrahim’in mirası” kelimeleri döküldü.
Peygamber (s.a.v) tüm kabilelere, artık bundan sonra İslâm toplumunda kan davalarının sona erdiğini her insanın mal ve canının dokunulmaz olduğunu duyurmak için, gür bir sesi olan Safvân’ın kardeşi Rebîa’yı tellal olarak görevlendirdi ve ona şöyle bağırmasını emretti: “Allah’ın Rasûlü soruyor: Bu ay ne ayıdır?” Herkes sessizdi, Peygamber (s.a.v) cevap verdi: “Haram ay.” Sonra sordu: “Bu belde neresidir?” Yine kimse cevap vermedi, O da: “Haram belde” dedi. Daha sonra: “Bugün nedir?” diye sordu. Yine cevap veren kendisi oldu: “Büyük hac günü.” Daha sonra Rebîa Peygamber (s.a.v)’in öğrettiği şekilde şöyle bağırdı: “Gerçekten Allah, Rabbinize kavuşuncaya kadar kanlarınızı ve mallarınızı birbirinize haram kılmıştır. Nasıl ki bu gününüz, bu beldeniz ve bu ayınız haram ise.”
Güneş en yüksek noktasına ulaştığında Peygamber (s.a.v), Allah’a hamdden sonra şu sözlerle başlayan bir hutbe okudu: “Ey insanlar! Beni dinleyin; çünkü bilmiyorum, belki de sizinle bu yıldan sonra bir daha buluşamayacağım.” Daha sonra onları birbirlerine iyi davranmaları konusunda uyardı ve onlara haram ve helâl olan şeylerden bahsetti. En sonunda şöyle dedi: “Size, sımsıkı sarıldığınızda sizi sapıklıktan kurtaracak bir emanet bırakıyorum: Allah’ın kitabı, Peygamber’in sünneti. Ey insanlar, sözlerimi dinleyin ve anlayın!” Daha sonra onlara Kur’ân’ın son âyetlerini oluşturan ve henüz nazil olan bir pasaj okudu:
“Bugün size dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi de tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip-beğendim. Kim “Şiddetli bir açlıkta kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalırsa -günaha eğilim göstermeksizin- (bu haram saydıklarımızdan yetecek kadar yiyebilir): Çünkü Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (Mâide: 3)
Hutbesini bir soru ile bitirdi: “Ey insanlar, risâletimi tebliğ ettim mi?” Binlerce ağızdan yükselen “Allahümme ne’am (Allahım, evet)” sesleri gök gürültüsü gibi tüm vadiyi doldurdu. Peygamber (s.a.v) işaret parmağını göğe kaldırarak, “Allahım, şahid ol” dedi.
Daha sonra namazlar kılındı ve arife gününün geri kalan kısmı dua ve tefekkürle geçirildi. Fakat güneş batar batmaz Peygamber (s.a.v), yanına Üsâme (r.a.)’yi alarak tepeden aşağıya inmeye başladı ve tüm hacılarla birlikte Mekke’ye doğru vadiyi aştılar. Bu noktada hızlı ilerlemek gelenekti; fakat aşırı hareketleri görünce Peygamber (s.a.v), “Yavaş! Yavaş! Sessiz olun! Aranızdaki güçlüler zayıfları gözetsin!” diye bağırdı. Geceyi Haram bölge sınırları içinde olan Müzdelife’de geçirdiler ve oradan Mina vadisinde, Akabe’de üç sütunla temsil eden şeytanı taşlamak için küçük çakıl taşları topladılar. Sevde, Peygamber (s.a.v)’den, etraf sakinken Müzdelife’den ayrılma izni istedi. Kadınların çoğuna nazaran iri yapılı ve ağır olduğu için sıcaktan ve yolculuk sıkıntılarından çok rahatsız oluyordu. Bu nedenle kalabalık ulaşmadan önce şeytan taşlamak görevini bitirmek istiyordu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), onu Ümmü Süleym ile birlikte Abbâs’ın oğullarından biri olan Abdullah’la gönderdi.
Peygamber (s.a.v) kendisi sabah namazını Müzdelife’de kıldı ve daha sonra arkasında deve sırtında yol alan Fadl olduğu halde hacıları Akabe’ye götürdü. On iki yıl önce bu yerde ve bu günde altı Hazrec’li gelmiş ve ona biat etmişlerdi. Bu da Birinci ve İkinci Akabe biatlarının zeminini hazırlamıştı. Taşlamadan sonra hayvanlar kurban edildi ve Peygamber (s.a.v) başını tıraş etmesi için bir adam çağırdı. Hacılar, onun saçından bir tutam alabilmek ümidiyle etrafına toplandılar. Ebû Bekir (r.a.) daha sonraları, Uhud’da ve Hendek’teki Hâlid’le şimdi şu sözleri söyleyen Hâlid (r.a.) arasındaki ayırıma dikkat çekmişti: “Ey Allah’ın Rasûlü! Alnındaki saçları, anam babam sana feda olsun başkasına değil, bana ver.” Peygamber (s.a.v) onları Hâlid (r.a.)’e verdi. O saç tutamını aldı, gözlerine ve dudaklarına bastırdı.
Bundan sonra Peygamber (s.a.v) hacılara Kâ’be’yi ziyaret etmelerini ve ondan sonraki iki geceyi Mina’da geçirmek üzere tekrar geri dönmelerini emretti. Kendisi ikindiden sonraya kadar bekledi. Hayız halinde olan Âişe (r.a.) hariç diğer hanımları ona Mekke’ye giderken eşlik ettiler. Birkaç gün sonra Âişe (r.a.) temizlendiğinde Peygamber (s.a.v.) onu kardeşi Abdurrahman ile Haram bölgenin dışına gönderdi. Âişe (r.a.) orada tekrar niyet etti, ihrama girdi ve Mekke’ye giderek Ka’be’yi tavaf etti.
Peygamber (s.a.v)’in Ramazan’da gönderdiği üç yüz atlı Yemen seferini bitirmişlerdi ve güneyden Mekke’ye doğru geliyorlardı. Ali (r.a.) şimdi haccını bitirmiş olan Peygamber (s.a.v)’le birlikte hac yapmak için, mümkün olduğu kadar kısa sürede ona ulaşmak isteğiyle adamlarından önce geliyordu. Devletin payına düşen ganimetlerin beşte birinde tüm orduyu giydirecek kadar keten elbise vardı; fakat Ali (r.a.), bunların Peygamber (s.a.v)’e el değmemiş bir şekilde teslim edilmelerine karar vermişti. Fakat buna rağmen askerler, onun yokluğu sırasında vekil olarak bıraktığı adamı herbirine keten bir elbise vermeye ikna etmişlerdi. Elbise değiştirmeye büyük ihtiyaçları vardı. Çünkü üç aydan beri evden uzaktaydılar. Şehre yaklaştıklarında Ali onları karşılamaya gitti ve yapılan değişikliğe çok şaşırdı. Kumandan, “Halkın arasına gridiklerinde düzgün görünsünler diye elbiseleri verdim” dedi. Adamlar, Mekke’deki herkesin bayram için en güzel elbiselerini giydiklerini ve güzel görünmeye dikkat ettiklerini biliyorlardı. Fakat Ali (r.a.), böyle bir serbestliğe hoşgörü gösteremeyeceğini hissetti ve onlara eski elbiselerini giyip yenilerini ganimetlerin arasına koymalarını emretti. Tüm orduda huzursuzluk başgösterdi. Peygamber (s.a.v) bunu duyduğunda, “Ey insanlar! Ali (r.a.)’yi suçlamayın; çünkü o Allah yolunda, suçlanamayacak kadar titizdir.” dedi. Fakat bu sözler yeterli olmadı, belki de bunu sadece birkaç kişi duydu.
Bu nedenle huzursuzluk devam etti.
Medîne’ye dönerken bölüklerden biri, Peygamber (s.a.v)’e Ali (r.a.)’yi şikayet edince, Peygamber (s.a.v)’in yüzünün rengi değişti: “Ben, mü’minlere, kendilerinden daha yakın değil miyim?” dedi. Adamlar tasdiklediklerinde, “Ben kime en yakın isem, ona en yakın olan Ali’dir” diye ekledi. Gadîr el-Humm’da kamp kurduklarında bütün insanları topladı; Ali (r.a.)’yi elinden tuttu ve bu sözleri tekrarladı. Daha sonra şu duayı okudu: “Allahım, onun dostuna dost ol, düşmanına da düşman ol.” Böylece Ali hakkındaki söylenti ve mırıldanmalar son buldu.
Bir önceki yıl gelen heyetlerden biri de, yerleşim bölgeleri Necd’in doğu sınırı boyunca yayılmış olan, Benî Hanife adındaki Yemâme’li Hıristiyan bir kabiledendi. Müslüman olmayı kabul etmişlerdi; fakat onlardan Museylime adındaki bir adam, kendisinin de peygamber olduğunu iddia ediyordu. Hacıların Mekke’den dönmesinden kısa bir süre sonra Yemâme’den gelen iki elçi Medîne’ye şu mektubu getirdiler: “Allah’ın Rasûlü Museylime’den Allah’ın Rasûlü Muhammed’e selam üzerine olsun! Hakimiyeti seninle paylaşma görevi bana verildi. Dünyanın yarısı bizim, diğer yarısı da günahkâr olmalarına rağmen Kureyşlilerin”. Peygamber (s.a.v) elçilere bu konuda ne düşündüklerini sordu. Elçiler, “Biz de onunla aynı fikirdeyiz” dediler. “Vallahi” dedi, Peygamber (s.a.v); “Eğer elçiler öldürülmez diye bir kural olmasaydı, sizin başınızı keserdim.” Daha sonra efendilerine vermeleri için bir mektup yazdırdı: “Allah’ın Rasûlü Muhammed’den yalancı Museylime’ye. Selam doğru yola uyanların üstüne olsun! Gerçekten yeryüzü Allah’ındır. O kullarından dilediğine onu miras bırakır, işin sonu Allah’tan korkanların lehinedir.”
Bu sıralarda ortaya çıkan yalancı peygamberlerden biri Benî Esed’in başkanı Tuleyha, diğeri de Yemen’li Kâ’b İbn Esved idi. Yemen’li belli bir başarı kazandı ve geniş bir alanda etkili oldu. Fakat bir süre sonra gurur ve kibiri nedeniyle taraftarlarının çoğu ona karşı çıktılar. Birkaç ay sonra da öldürüldü. Tuleyha en sonunda Hâlid tarafından dize getirildi ve tüm iddialarından vazgeçerek İslâm’ın güçlerinden biri oldu. Müseylime’ye gelince, onun kaderi, Nuseybe’nin oğlu Abdullah’dan ölümcül bir kılıç yarası aldıktan sonra Vahşî’nin attığı mızrakla ölmek oldu. Fakat bu olay aylar sonra meydana geldi. Hac ayının geçtiği ve hicretin on birinci yılına girildiği şu an için bunlar, İslâm’a karşı potansiyel bir tehlike teşkil ediyorlardı. Aynı zamanda kadın peygamber olduğunu iddia eden Sâce adında Temim’li bir kadın da ortaya çıkmıştı. Fakat Peygamber (s.a.v) bunlara karşı ani bir girişimde bulunmak istemiyordu. Onun dikkati kuzeyde yoğunlaşmıştı. Yılın ikinci ayı olan Safer’in son günlerinde yani M.S. 632 yılının Mayıs ayı sonlarında, Mu’te’deki yenilginin karşılığının verilmesi zamanının geldiğine karar verdi. Zeyd ve Ca’fer’in öldürüldüğü gün, İmparatorluk lejyonlarının tarafını tutan Suriyeli Arap kabilelerin üzerine bir sefer düzenlemek için hazırlıklara başlanmasını emrettikten sonra, gençliğine rağmen üç bin kişilik orduya kumanda etme görevini Zeyd’in oğlu Üsâme’ye verdi.

83-SEÇİM
Peygamber (s.a.v) sürekli Cennet’i, tasvir ettiği şeyi sanki görüyormuş gibi anlatırdı. Bu izlenim başka işaretlerle de desteklenirdi. Örneğin, bir keresinde elini sanki bir şey alıyormuş gibi uzattı ve tekrar geri çekti. Hiçbir şey söylemedi; fakat etrafında onun bu hareketine dikkat edenler sordular. “Cenneti gördüm” diye cevap verdi “ve üzümlerinden bir salkım alabilmek için uzandım. Eğer onu alabilseydim, dünya durdukça onu yerdiniz.” Çevresindekiler Peygamber (s.a.v)’in bir bakıma âhirette olduğu fikrine alışmışlardı. Belki de bu nedenle, kendi ölümünden bahsettiği veya burada olduğu gibi her an ölebileceğini ima ettiği zamanlar, sözleri onlar üzerinde fazla etkili olmuyordu. Bunun yanı sıra altmış üç yaşında olmasına rağmen hâlâ genç bir adamın incelik ve vücut yapısına sahipti. Gözleri hâlâ ışıl ışıldı ve siyah saçlarında çok az beyazlık vardı. Yine de bir keresinde hanımları ile beraberken yakında öleceğine değinmesi, onların,kendi aralarından ilk önce kimin ona kavuşacağı sorusunu yöneltmelerine neden oldu. Peygamber (s.a.v), “En uzağa erişebilen bana ilk önce kavuşacak” diye cevap verdi. Bunun üzerine hangisinin kolunun daha uzun olduğunu anlamak için kollarını ölçmeye başladılar. Kaynaklarda kaydedilmemesine rağmen, tahminen karşılaştırmayı kazanan, diğerlerine nazaran boyu en uzun olan Sevde idi. Diğer taraftan Zeyneb, küçük yapılı bir kadındı; kolu da boyuna göreydi. Fakat bu olaydan yaklaşık on yıl sonra, içlerinden ilk ölen Zeyneb oldu. İşte o zaman Peygamber (s.a.v)’in “en uzağa erişebilen” deyimiyle en cömert olanı kasdettiğini anladılar. Çünkü Zeyneb (r.a.) de kendi adını taşıyan ve “fakirlerin annesi” diye anılan Peygamber (s.a.v)’in diğer hanımı gibi çok cömertti.
Peygamber (s.a.v.) Suriye seferi için hazırlıklara başlanmasını emrettikten kısa bir süre sonra, ordu ayrılmadan önce bir gece Peygamber, Ebû Muveyhibe adlı azadlı bir kölesini erken saatlerde çağırdı ve “Mezarlıktakiler için bağışlanma dilemem emredildi, benimle gel!” dedi. Birlikte gittiler ve Baki’ye vardıklarında Peygamber (s.a.v.), “Ey mezarlık halkı, selam üzerinize olsun! Halinize sevinin; durumunuz şimdi yaşayanlardan çok iyi. Kargaşalar en karanlık gecenin dalgaları gibi geliyor; birbiri arkasına; her biri bir öncekinden daha kötü” dedi. Daha sonra Ebû Muveyhibe’ye döndü ve “Bana bu dünya hazinelerinin anahtarları ve bu dünya da ölümsüzlük, ardından da Cennet sunuldu. Bununla Rabbime ve Cennet’e kavuşma arasındaki seçim bana bırakıldı” dedi. Ebû Muveyhibe, “Ey bana anamdan ve babamdan daha sevgili olan! Bu dünya hazinelerinin anahtarlarını ve burada, ardından Cennet gelen ölümsüzlüğü seç” dedi. Fakat Peygamber (s.a.v.) ona şu cevabı verdi: “Ben zaten Rabbime ve Cennet’e kavuşmayı seçtim.” Daha sonra Baki’de yatanlar için bağışlanma diledi.
O sabah veya ertesi gün başı o zamana kadar hiç ağrımadığı bir şekilde ağrıdı. Fakat Peygamber (s.a.v.) yine de mescide gitti. Namazdan sonra minbere çıkıp, -sonradan anlatılanlara göre- sanki son defa yapıyormuş gibi Uhud şehidleri için rahmet diledi. Daha sonra, “Allah’ın kulları arasında bir kul var ki, Allah onu bu dünya ile kendisini seçme konusunda serbest bıraktı. O kul da Allah’ı seçti” dedi. Bunları söylediğinde Ebû Bekir ağlamaya başladı; çünkü Peygamber (s.a.v.)’in kendisinden bahsettiğini ve seçimin kaçınılmaz ölüm olduğunu biliyordu. Peygamber (s.a.v.) onun ağladığını gördüğünde, ağlamamasını söyledikten sonra: “Ey insanlar! İnsanlar arasında arkadaşlığı ve ihsanı ile bana en lütufkâr olan kişi Ebû Bekir’dir. Eğer insanlar arasında hiç ayrılmayacağım bir arkadaş seçecek olsam, o arkadaş Ebû Ebû Bekir olurdu -fakat iman kardeşliği ve arkadaşlığı Allah bizi huzurunda birleştirene kadar bizimdir.” İşte bu konuşmadan sonra mescidi çevreleyen ve kapıları mescide açılan özel evlere bakarak, “Mescide açılan şu kapılara bakın. Ebû Bekir’in kapısı hariç hepsini kapatın.” dedi. Minberden inmeden önce şöyle dedi: “Ben sizden önce gidiyorum ve sizin şahidinizim. Sizinle, şimdi şu durduğum yerden gördüğüm Havuz’da bulaşacağım. Sizin Allah’ın yanında ilâhlar edineceğinizden korkmuyorum. Sizin için bu dünyadan korkuyorum, ola ki dünyevî şeyler için birbirinizle rekabet edersiniz.”
Mescidden çıktıktan sonra, ev sahipliği yapma sırası Meymûne’de olduğu için onun odasına gitti. Cemaate konuşma yapmak için harcadığı güç, ateşini yükseltmişti. Bir veya iki saat sonra Âişe’nin kendi hastalığını bilmesini istediği için onun odasına gitti. Âişe’nin başı ağrıyordu; o içeri girdiğinde “Of başım!” diye inledi. Peygamber (s.av.) “Hayır Âişe, aslında of (benim) başım!” dedi. Onun yüzünü ölümcül bir hastalığın izlerini ararcasına araştırdı. Böyle bir şey göremeyince, “Ben hayatta iken olmasını isterdim.” Âişe’nin ölümünü kasdediyordu- “O zaman senin için bağışlanma diler, sana rahmet diler, seni kefenler, namazını kılar ve gömerdim” dedi. Âişe (r.a.) O’nun hasta olduğunu görüyordu ve sesinin tonu onu telaşlandırmıştı. Fakat yine de O’nu neşelendirmeye çalıştı ve O’nu biraz olsun gülümsetmeyi başardı. Peygamber (s.a.v.) tekrar, “Hayır, of (benim) başım !” dedi ve Meymûne’ye döndü.
Sağlıklı olduğu zamanlardaki gibi davranmaya çalışıyordu ve her zamanki gibi mescidde namazları kıldırıyordu. Fakat hastalığı öyle arttı ki, sadece oturarak namaz kılabilecek hale geldi. O zaman cemaate onların da oturarak kılmaları gerektiğini söyledi. O gün sırası gelen hanımın odasına gittiğinde, “Yarın neredeyim?” diye sordu. Hanımı da ertesi günü sırası gelen hanımın adını söyledi. “Peki yarından sonraki gün neredeyim?” diye sordu. Hanımı yine cevap verdi. Onun bu kadar fazla ısrar etmesine şaşırarak ve Âişe ile birlikte olmak istediğini anlayarak diğer hanımlara bunu haber verdi. Onlar da hep beraber geldiler ve, “Ey Allah’ın Rasûlü! Seninle geçireceğimiz günlerimizi kardeşimiz Âişe’ye veriyoruz” dediler. Peygamber (s.a.v.) bu hediyeyi kabul etti. Fakat yardımsız yürüyemeyecek denli zayıftı. Bu nedenle Ali (r.a.) ve Abbâs (r.a.), Âişe (r.a.)’nin odasına kadar ona yardım ettiler.
Suriye seferi için Üsâme (r.a.) gibi çok genç bir adamı kumandan seçmesi konusunda çok eleştiri olduğu ve hazırlıklarda bir yavaşlama olduğu haberi Peygamber (s.a.v.)’e ulaştı. Bu eleştirilere cevap verme ihtiyacı hissetti, fakat ateşi çok yüksekti. Hanımlarına, “Benim üzerime değişik kuyulardan doldurulmuş yedi kırba su dökün ki gidip adamlara hitap edebileyim” dedi. Hafsa (r.a.), Âişe (r.a.)’nin odasına bir tekne getirdi, diğer hanımları da su getirdiler. Üzerine su dökülürken Peygamber (s.a.v.), bu teknenin içine oturdu. Daha sonra onun giyinmesine ve sarığını sarmasına yardım ettiler. İki adam da O’na yardım ederek aralarında mescide kadar götürdüler. Peygamber (s.a.v.) orada minbere çıktı ve toplanan kalabalığa şöyle hitap etti: “Ey insanlar! Üsâme’nin ordusunu sevk edin; çünkü siz ondan önce babasının liderliğine karşı çıktığınız gibi onun liderliğine de karşı çıkmanıza rağmen, o da babası gibi kumandanlık etmeye yaraşır.”Daha sonra minberden indi ve yardımıyla Âişe’nin odasına gitti. Hazırlıklar hızlandı ve Üsâme (r.a.) ordusuyla Medîne’nin üç mil kuzeyindeki Curf’a kadar gitti ve orada kamp kurdu.
Bir sonraki namaz vaktinde ezan okunduğunda, Peygamber (s.av.) hâlâ oturabilmesine rağmen artık namaz kıldıramayacağını hissetti. Hanımlarına, “Ebu Bekir’e namazlarda imamlık etmesini söyleyin” dedi. Fakat Âişe (r.a.), Peygamber (s.av.)’in yerini almanın babasını çok üzeceğinden korktu. “Ey Allah’ın Rasûlü!” dedi; “Ebû Bekir çok duygulu bir adamdır, sesi de gür değildir, hem Kur’ân okurken çok ağlar.” Peygamber (s.av.), sanki o hiç konuşmamış gibi, “Ona namazı kıldırmasını söyle” dedi. Âişe (r.a.) tekrar denedi, bu kez onun yerine Ömer’e görevi vermesini önerdi. Fakat Peygamber (s.av.) tekrar, “Ebû Bekir’e namaz kıldırmasını söyle!” dedi. Âişe (r.a.), Hafsa (r.a.)’nın yüzüne yalvaran bir bakış fırlattı ve Hafsa (r.a.) da konuşmaya başladı. Fakat Peygamber (s.a.v.) onları şu sözlerle susturdu: “Siz Yûsuf’un yanındaki kadınlar gibisiniz.
Ebû Bekir (r.a.)’e namazda insanlara imamlık yapmasını söyle. Bırakın suçlayan hata araştırsın, Hâris olan da arzulasın. Yoksa Allah ve mü’minler buna sahip olmayacaklar.” Son cümleyi üç kez tekrarladı ve hastalığının geri kalan kısmında namazları hep Ebû Bekir kıldırdı.
Peygamber ( s.av.) çoğu zaman başı Âişe’nin göğsünde veya dizinde olduğu halde yatıyordu. Fakat Fâtıma (r.a.) geldiğinde Âişe (r.a.), baba kızı yalnız bırakıyordu. Bu ziyaretlerden birinde Âişe, O’nun kızına bir şeyler söylediğini, kızının da bunun üzerine ağlamaya başladığını gördü. Daha sonra ona bir sır daha verdi; bu kez gözyaşlarının arasında gülümsemeye başladı. O ayrılırken Âişe (r.a.), Peygamber (s.av.)’in ne söylediğini sordu; fakat Fâtıma (r.a.) bunun bir sır olduğunu ve kimseye açamayacağını söyledi. Ancak daha sonraları Fâtıma ona bu sırrı açıkladı: “Peygamber (s.av.) bana bu hastalıktan öleceğini söyledi, ben de ağladım. Daha sonra bana ev halkından ona ilk kavuşanın ben olacağımı söyledi, ben de güldüm.”
Peygamber (s.a.v.) hastalığı sırasında çok acı çekiyordu; acının çok ağırlaştığı bir sırada karısı Safiye (r.a.), “Ey Allah’ın Peygamberi! Senin çektiğini keşke ben çekseydim!” dedi. Bunun üzerine diğer hanımları birbirine baktılar ve aralarında bunun münafıklık olduğunu fısıldaştılar. Peygamber (s.a.v.) onları gördü ve, “Gidin ağzınızı yıkayın” dedi. Ona niçin olduğunu sorduklarında, “Çünkü arkadaşınıza iftira ediyorsunuz. Vallahi, o tüm samimiyetiyle gerçeği söyledi” cevabını verdi.
Ümmü Eymen (r.a.) de sürekli O’nun yanındaydı ve ara ara oğluna Peygamber (s.av.)’in durumu ile ilgili haberler gönderiyordu. Üsâme (r.a.) Allah bir yol gösterinceye kadar daha fazla ilerlemeyip Curf’ta kalmaya karar vermişti. Fakat bir sabah ulaşan kötü haberler nedeniyle Medîne’ye geldi ve ağlayarak, şuuru yerinde olduğu halde konuşamayacak kadar hasta olan Peygamber (s.a.v.)’in yanına gitti. Üsâme (r.a.) onun üzerine eğildi ve öptü. Peygamber (s.av.) elini Semâ’dan rahmet dilercesine yukarı doğru kaldırdı ve açtı. Daha sonra elinin içindekileri, üzüntü içinde kampa dönen Üsâme’nin eline boşaltırmış gibi bir hareket yaptı.
Ertesi gün hicretin on birinci yılının Rebîül-evvel ayının Pazartesi’ye denk gelen on ikinci günü idi; yani M.S. 632 Haziran’ının sekizinci günü. O sabah erkenden Peygamber (s.a.v.)’in ateşi düştü ve çok güçsüz olmasına rağmen, ezan onun mescide gitmeye karar vermesine neden oldu. O içeri girdiğinde namaz başlamıştı ve insanlar onu gördüklerinde sevinçten neredeyse namazdan çıkacaklardı; fakat Peygamber (s.a.v.) onlara devam etmelerini işaret etti. Bir süre onları seyretti ve davranışlarındaki takvayı görerek yüzü sevinçten parladı. Yanında Fadl (r.a.) ve azadlı kölesi Sevbân (r.a.)’ın yardımıyla ilerlerken yüzü hâlâ parlıyordu. “Peygamber (s.av.)’in yüzünü o andaki kadar güzel hiç görmemiştim” dedi, Enes (r.a.). Ebû Bekir (r.a.) arkasındaki saflarda bir hareket olduğunun farkındaydı. Bunun sadece bir tek sebebinin olabileceğini ve arkadan yaklaştığını duyduğu adamın Peygamber (s.av.)’den başkası olmadığını biliyordu. Bu nedenle başını çevirmeden bir adım geri çekildi. Fakat Peygamber (s.av.) elini onun omuzuna koydu ve “Namazı sen kıldır” diyerek, onu tekrar cemaatin önüne doğru itti. Kendisi de Ebû Bekir’in sağına oturdu ve oturarak namaz kıldı.
Onun bu iyileşmesi büyük bir sevinçe yol açmıştı. Namazdan kısa bir süre sonra Üsâme, Peygamber (s.a.v.)’i daha kötü bulacağını umarak dönmüştü, fakat onu daha iyi görünce çok sevindi. Peygamber (s.av.), “Allah’ın rahmeti ile yola çık” dedi. Bunun üzerine Üsâme O’na veda etti ve Curf’a geri dönerek adamlarına kuzeye yürümek için hazırlanmalarını emretti. O sırada Ebû Bekir (r.a.) yukarı Medîne’ye doğru yola çıkmıştı. Esmâ (r.a.) ile evlenmeden çok önce Ebû Bekir (r.a.) on yıl önce vahaya geldiğinde, yanında kaldığı Hazrecli Hârise’nin kızı Habîbe ile nişanlanmıştı. Uzun süre nişanlı kaldıktan sonra evlenmişlerdi. Habîbe hâlâ Sunh’ta ailesinin yanında kalıyordu. Ebû Bekir (r.a.) de onu orada görmeye gidiyordu.
Peygamber ( s.av.) Fadl (r.a.) ve Sevban (r.a.)’ın yardımıyla Âişe (r.a.)’nin odasına döndü. Ali (r.a.) ve Abbâs (r.a.) da oraya kadar peşlerinden gittiler, fakat çok kalmadılar. Dışarı çıktıklarında oradan geçen bazı adamlar Ali (r.a.)’ye, Peygamber (s.av.)’in nasıl olduğunu sordular. “Allah’a hamdolsun” dedi Ali (r.a.), “O iyi.” Fakat soranlar gittikten sonra Abbâs (r.a.), Ali (r.a.)’nin elini tuttu ve, “Yemin ederim ki, kabilemden adamların yüzlerinde gördüğüm gibi Allah’ın Rasûlü’nün yüzünde de ölümü fark ettim. Gidelim ve onunla konuşalım. Eğer hüküm bizim üstümüze yüklenecekse, ondan insanlara bize iyi davranmalarını söylemesini isteyelim” dedi. Fakat Ali, “Vallahi sormam; çünkü hakimiyeti bizden o alırsa, ondan sonra asla kimse onu bize vermez.” dedi.
Peygamber (s.av.) yatağına dönmüş ve başı Âişe’nin göğsünde sanki hiçbir gücü kalmamış gibi yatıyordu. Yine de Âişe (r.a.)’nin kardeşi Abdurrahman (r.a.), elinde bir misvak ile odaya girdiğinde Âişe (r.a.), Peygamber (s.av.)’in ona sanki misvağı istiyormuş gibi baktığını gördü. Misvağı kardeşinden aldı ve yumuşatmak için çiğnedi. Daha sonra Peygamber (s.av.)’e verdi. O da güçsüzlüğüne rağmen, gayretle dişlerini misvakladı. Kısa bir süre sonra kendisini kaybetti. Âişe bunun, ölümün başlangıcı olduğunu düşündü. Fakat bir saat sonra Peygamber (s.av.) gözlerini açtı. Âişe o zaman Peygamber (s.av.)’in kendisine şöyle dediğini anımsadı: “Hiçbir peygamber cennetteki yeri gösterilmeden ve yaşamakla ölmek arasında bir seçim kendisine sunulmadan ölmez.” Âişe (r.a.), şimdi bunun yerine geldiğini ve onun âhireti görüp geldiğini anladı. Kendi kendisine: “Şimdi bizi seçmez” dedi. Daha sonra onun şöyle mırıldandığını duydu: “Cennet’te buluşmak üzere.
“Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, doğrular (ve doğrulayanlar) şehidler ve sâlihler beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar.” (Nîsâ: 69)
Onun tekrar, “Allahım, Cennet’te buluşma üzere diye mırıldandığını duydu. Bunlar ondan duyduğu son kelimeler oldu. Yavaş yavaş Âişe (r.a.)’nin göğsündeki başı ağırlaşmaya başladı. Diğer hanımları ağlamaya başlayınca Âişe (r.a.), O’nun başını bir yastığa koydu ve kendisi de ağlamaya başladı.

84-CENAZENİN DEFNİ VE HİLAFET
İlk olarak Abbâs’ın dikkatini çeken belirtileri bir süre sonra diğerleri de fark ettiler. Peygamber (s.a.v) daha ölmeden Ümmü Eymen (r.a.), oğluna Peygamber’in (s.a.v) ölmek üzere olduğunu bildiren bir haber gönderdi. Kuzeye yürümek için kamp zaten kaldırılmıştı. Fakat Üsâme hemen Medîne’ye dönme emri verdi. Ömer (r.a.)’in de içlerinde bulunduğu ashâbdan ilk Müslüman olan birçok kişi ordu ile birlikteydi. Şehre vardıklarında ölümün gerçekleştiği haberini duyduklarında Ömer bunu kabul etmeyi reddetti. Ömer (r.a.), Kur’ân’ın bir âyetini yanlış tefsir ettiği için, bu âyetin Peygamber (s.a.v)’in onların neslinden ve gelecek nesillerde sürekli yaşayacağı anlamına geldiğini zannetmişti. Bu nedenle mescidde ayağa kalkmış; insanlara Peygamber (s.a.v.)’in sadece rûhen yok olduğunu ve bir süre sonra geri geleceğini anlatıyordu. O bu şekilde konuşurken Ebû Bekir (r.a.), at sırtında Sunh’tan geldi. Çünkü haberler hızla tüm vahaya yayılmıştı. Ebû Bekir hiç kimsenin konuşmasını durdurmadan doğruca kızının evine gitti. Peygamber (s.a.v.)’in yüzünden örttükleri örtüyü çekti. Ona baktı ve öptü. “Ey bana annemden ve babamdan daha sevgili olan!” dedi; “Allah’ın senin için yazdığı ölümü tattın. Bundan sonra sana hiçbir ölüm gelmeyecek.” Daha sonra yavaşça örtüyü tekrar yüzüne örttü ve Ömer (r.a.)’in hitap ettiği insan kalabalığına doğru yöneldi. İnsan kalabalığına yaklaştığında, “Yavaş ol Ömer!” dedi; “Beni dinle!” Ömer (r.a.) buna aldırmadı ve devam etti. Fakat Ebû Bekir’in sesini tanıyanlar Ömer’i bırakıp ne söyleyeceğini duymak için ona döndüler. Ebû Bekir (r.a.), Allah’a hamd ettikten sonra şöyle dedi: “Ey insanlar! Kim Muhammed’e tapıyor idiyse —gerçekten Muhammed ölmüştür; kim de Allah’a tapıyor idiyse— gerçekten Allah Diri’dir ve ölmez. Daha sonra, Uhud’dan sonra indirilen şu âyeti okudu:
“Muhammed, yalnızca bir peygamberdir. Ondan önce nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölürse ya da öldürülürse, siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye mi döneceksiniz? İki topuğu üzerinde gerisin geri dönen kimse, Allah’a kesinlikle zarar veremez. Allah, şükredenleri pek yakında ödüllendirecektir.” (Âl-i İmrân: 144)
Sanki Ebû Bekir (r.a.) okuyuncaya kadar bu âyeti hiç kimse duymamıştı. Ondan bu âyeti aldılar ve bu âyet dillerde dolaşmaya başladı. Ömer (r.a.) daha sonraları şöyle anlattı:
“Ebu Bekir’in o âyeti okuduğunu duyunca o kadar şaşırmıştım ki yere düştüm. Ayaklarım artık beni taşımıyordu ve Allah’ın Rasulünün ölmüş olduğunu anlamıştım.”
Ali, (r.a.) Zübeyr (r.a.) ve Talha (r.a.) ile birlikte evine çekilmişti. Muhâcirlerin geri kalan kısmı Ebû Bekir’in etrafında toplanmışlardı. Üseyd ve kabilesinden birçok kişi de onlara katılmıştı. Fakat Evs’li ve Hazrec’li ensârın büyük çoğunluğu Sa’d İbn Ubâde (r.a.)’nin başkanı bulunduğu Benî Sa’ide’nin toplantı yerinde toplanmıştı. Ebû Bekir (r.a.) ve Ömer (r.a.)’e, ensârın, Peygamber (s.a.v) irtihal ettiğine göre yönetimin kime ait olacağı konusunda tartıştıkları haberi ulaştı. Onun otoritesini memnuniyetle kabul etmişlerdi; fakat onu kaybettikten sonra çoğu Kayle oğullarının Yesrib’li bir adamdan başkası tarafından yöneltilmemesi gerektiğini düşünüyordu. Çoğu Sa’d’a (r.a.) biat etmek üzere idi. Ömer (r.a.), Ebû Bekir (r.a.)’i toplantı yerine kendisiyle beraber gelmesi için zorladı. Ebû Ubeyde de onlarla birlikte gitti. Sa’d hastaydı ve toplantı yerinin ortasında bir örtüye sarınmış yatıyordu. Üç Kureyşli içeri girdiğinde ensârdan biri, onun adına insanlara hitap etmek üzereydi. Onları görünce Allah’a hamdettikten sonra konuşmasına onları da dahil ederek başladı: “Bizler Allah’ın ensârıyız ve İslâm’ın savaşan gücüyüz. Ey muhâcirler! Sizler de bizdensiniz. Çünkü sizden bir grup bizim aramızda yaşıyor”. Konuşmacı aynı tonda konuşmaya devam etti. Muhâcirleri de biraz övmesine rağmen, onların ilk İslâm toplumu olarak önemlerini göz önünde bulundurmaksızın sürekli ensârı överek göklere çıkarıyordu. O konuşmasını bitirdiğinde Ömer (r.a.), tam konuşmaya başlamak üzereydi. Fakat Ebû Bekir (r.a.) onu susturdu ve nazikçe, fakat kesin bir şekilde konuşmaya başladı. Ensârın önemini kabul ettiğini söyledi. Fakat, İslâm’ın Arabistan’da yayıldığını ve Arapların Kureyş’ten başka birinin otoritesini kabul etmeyeceğini; çünkü Kureyş’in tüm Araplar nezdinde eşsiz bir konumu olduğunu da belirtti. Konuşmasını bitirdi ve Ebû Ubeyde ve Ömer’in ellerinden tutarak, “İki adamdan birini öneriyorum. Hangisini dilerseniz ona biat edin” dedi. Daha sonra ensârdan biri kalkarak iki otoritenin olması gerektiğini söyledi. Bu ateşli bir tartışmaya yol açtı. Ömer (r.a.), bu tartışmayı şu sözleriyle susturdu: “Ey ensâr! Allah’ın Rasûlü’nün namazlarda imamlık yapma görevini Ebû Bekir’e verdiğini bilmiyor musunuz?” “Biliyoruz” diye cevap verdiler. Ömer, “Peki aranızda kim onun önüne geçmek istiyor?” dedi. “Allah korusun, onun önüne geçemeyiz”[368] dediler. Bunun üzerine Ömer (r.a.), Ebû Bekir (r.a.)’in elini tuttu ve ona biat etti. Arkasından da Ebû Ubeyde (r.a.) ve diğer muhâcirler biat ettiler. Daha sonra Sa’d hariç, orada bulunan ensârın tümü de biat ettiler. Sa’d hiçbir zaman Ebû Bekir’i bir halife olarak kabul etmedi ve Suriye’ye hicret etti.
Orada ne karar almış olurlarsa olsunlar, Medîne’de hiç kimse mescidde o orada olduğu müddetçe Ebû Bekir’in önüne geçmeyi kabul etmezdi. Ertesi gün sabah namazında, namazı kılmadan önce Ebû Bekir (r.a.) minbere oturdu. Ömer (r.a.) ayağa kalkıp cemaate, Ebû Bekir’e biat etmelerini emretti ve onu şöyle tanımladı: “Sizin en iyiniz, Allah’ın Rasûlü’nün arkadaşı, ikisi mağarada oturduklarında ikinin ikincisi” (Tevbe: 40)
Yeni nazil olan âyetlerden birinde Ebû Bekir (r.a.)’in bu önemli anda Peygamber (s.a.v)’in tek arkadaşı olduğu belirtiliyordu. Daha sonra biat eden Ali hariç, tüm cemaat bir ağızdan ona bağlılık yemini ettiler.
Daha sonra Ebû Bekir (r.a.), Allah’a hamd ve şükrettikten sonra cemaate hitap etti: “Sizin en iyiniz olmadığım halde sizin üzerinize hakim oldum. Eğer doğru yaparsam bana yardım edin, eğer yanlış yaparsam beni doğrultun. Hakka samimiyetle saygı göstermek bağlılıktır, hakka saygısızlık ise ihanettir. Aranızdaki güçsüzler, inşallah onların haklarını koruyuncaya kadar benim katımda güçlü olacaklardır. Aranızdaki güçlüler ise, başkalarının hakkını onlardan, inşaallah alana kadar benim katımda güçsüzdürler. Ben Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz. Fakat eğer ben Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmezsem siz de bana itaat etmeyin. Namaza kalkın. Allah size merhamet etsin!” Namazdan sonra Peygamber (s.a.v)’in ev halkı ve ailesi onu gömülmeye hazırlamaları gerektiğine karar verdiler. Fakat bunun nasıl yapılacağı konusunda anlaşmazlığa düştüler. Daha sonra Allah onların üzerine bir uyuklama verdi ve her biri rüyasında, “Peygamber (s.a.v)’i elbiseleri üzerinde olduğu halde yıkayın” diye bir ses duydu. Bunun üzerine Âişe’nin odasına gittiler; o an için Âişe odadan çıkmıştı. Hazrec’li bir adam olan Evs İbn Havli, orada ensârı temsil etmek için Ali’ye yalvardı: “Senden Allah ve Rasûlü’ndeki payımız adına rica ediyorum. Ey Ali!” Ali onun içeri girmesine izin verdi. Abbâs (r.a.) oğlu Fadl (r.a.) ve Kisam (r.a.), Ali (r.a.)’ye, Peygamber’in mübarek vücudunu çevirmekte yardım ettiler. Bu sırada Üsâme (r.a.) Peygamber (s.a.v)’in azadlı kölelerinden biri olan Şükran’ın yardımıyla su döküyordu. Ali (r.a.) elini uzun yün elbisenin her tarafında gezdirdi. “Ey bana annemden ve babamdan daha sevgili olan!” dedi; “yaşarken de ölü iken de ne kadar güzelsin!” Hatta bir gün sonra bile Peygamber (s.a.v)’in vücudu nefes alıp vermemesine, sıcaklık ve yumuşaklığını kaybetmiş olmasına rağmen hâlâ uykuda imiş gibiydi.
Ashâb şimdi de onun nereye gömüleceği konusunda anlaşmazlığa düştü. Çoğu, onun mezarının Baki Mezarlığı’nda üç kızı ve oğlu İbrahim’in ve kendi gömdüğü arkadaşlarının yanına kazılması gerektiğini düşünüyordu. Bazıları ise onun mescide gömülmesi fikrindeydi. Fakat Ebû Bekir, O’nun, “Öldüğü yere gömülmeyen hiçbir peygamber yoktur” dediğini hatırladı. Bunun üzerine mezar, Peygamber (s.a.v)’in yattığı şiltenin hemen yanında Âişe’nin odasının zeminine kazıldı. Daha sonra tüm Medîneliler O’nu ziyaret ettiler ve başında cenaze namazı kıldılar. Küçük gruplar halinde geldiler ve her grup ayrı olarak cenaze namazını kıldı. İlk önce erkekler grup grup geldiler, bütün erkekler onu ziyaret ettikten sonra kadınlar geldiler. Onlardan sonra da çocuklar ziyaret ettiler. O gece Peygamber (s.a.v), Ali (r.a.) ve kendisine mezar hazırlayan diğer arkadaşları tarafından gömüldü.
Şimdi “Nur şehri” diye anılan Medîne’de büyük bir üzüntü yaşanıyordu. Sahabeden her biri ağladığı için başkalarını azarlıyor, fakat kendisi ağlıyordu. Niye ağladığı sorulduğunda Ümmü Eymen, “Ben O’nun için ağlamıyorum” dedi. “O’nun bu dünyadan daha iyi olan bir yere gittiğini sanki bilmiyor muyum? Fakat ben bize gökten gelen haberler kesildiği için ağlıyorum..”
Sanki büyük bir kapı kapanmış gibiydi. Yine de onun şöyle dediğini hatırladılar: “Ben bu dünyada ne yapayım? Ben ve bu dünya, bir yolcu ve yolcunun altında gölgelendiği bir ağaç misaliyiz. Bir müddet sonra yolcu yoluna gider ve onu arkasında bırakır.” Peygamber (s.a.v) bunu herkesin kendisi için söylemesini kasdederek duyurmuştu. Bu kapı şimdi kapansa bile, mü’minler için ölümle birlikte tekrar açılacaktı. Kulaklarında hâlâ onun şu sözleri çınlıyordu:
“Ben sizden önce gidiyorum ve sizin şahidinizim. Sizinle buluşma yerim Havuz’dur.” Bu dünyadaki risâlet görevini yerine getirerek, bu görevi âhirette devam ettirmek üzere bu dünyadan ayrılmıştı. Âhirette O, onlar için ve başkaları için, bu dünya hayatına sınırlamaları olmaksızın Merhamet Anahtarı, Cennet Anahtarı Hakk’ın Ruhu ve Allah’ın Habîbi olacaktı. “Hiç şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salat etmektedirler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.” (Ahzab: 56).
Linklerin Gorulmesine Izin Verilmiyor. Kayit ol ya da Giris Yap