Necip Fazıl Kisakürek - Kendi Sesinden Şiirler 2 Takvimdeki Deniz 1987

Gönderen Konu: Necip Fazıl Kisakürek - Kendi Sesinden Şiirler 2 Takvimdeki Deniz 1987  (Okunma sayısı 1905 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mehmedim

  • Administrator
  • *
  • İleti: 11761
  • Etkinlik:
    0.2%
  • Tesekkur Edildi: 310712 kez
  • Rep Puanı: 584
  • Cinsiyet: Bay


Necip Fazıl Kisakürek - Kendi Sesinden Şiirler 2 Takvimdeki Deniz 1987 (6 / 45:55)
-----------------------------------------------------------------------------------


 Necip Fazıl Kisakürek - Aynalar Yolumu Kesti   ( 01:36 )
 Necip Fazıl Kisakürek - Bendedir   ( 02:26 )
 Necip Fazıl Kisakürek - Mehmetcik Hitabesi Son   ( 25:04 )
 Necip Fazıl Kisakürek - Ruh   ( 01:04 )
 Necip Fazıl Kisakürek - Sultanus Suara Gunu   ( 13:21 )
 Necip Fazıl Kisakürek - Takvimdeki Deniz   ( 02:22 )

Bu icerigi gorebilmeniz icin yapmaniz gerekenler:
  • içeriği görmek için tesekkur butonuna tiklamaniz gerekir (Mesajin sag kosesinde)



kenankamil

  • Ziyaretçi
paylaşım için teşekkür ederim eline sağlık
 

muvahhidim

  • Kahraman Üye
  • *******
  • İleti: 1697
  • Etkinlik:
    0%
  • Tesekkur Edildi: 1147 kez
  • Rep Puanı: 43
  • Cinsiyet: Bay
Paylaşım için Allah (c.c) razı olsun..
 

mesut

  • Kıdemli Üye
  • ******
  • İleti: 1494
  • Etkinlik:
    0%
  • Tesekkur Edildi: 159 kez
  • Rep Puanı: 5
Paylaşım için teşekkürler
 

ilahiezgi

  • Kahraman Üye
  • *******
  • İleti: 2957
  • Etkinlik:
    0%
  • Tesekkur Edildi: 1481 kez
  • Rep Puanı: 0
Allah razı olsun.
 

diamon63

  • Emektar Üye
  • ********
  • İleti: 3761
  • Etkinlik:
    0%
  • Tesekkur Edildi: 194 kez
  • Rep Puanı: 6
  • Cinsiyet: Bay
Allah (C.C.) Razı Olsun Kardeşim.
Ellerinize ve emeklerinize sağlık.
 

chheess

  • Aktif Üye
  • ***
  • İleti: 106
  • Etkinlik:
    0%
  • Tesekkur Edildi: 3 kez
  • Rep Puanı: 0
  • Cinsiyet: Bay
eyvallah
 

Alpaslan

  • Aktif Üye
  • ***
  • İleti: 113
  • Etkinlik:
    0%
  • Tesekkur Edildi: 8 kez
  • Rep Puanı: 0
  • Dünyanın en mahzun eğitimcisi
Allah razı olsun, emeğinize sağlık.
 

erten86

  • Emektar Üye
  • ********
  • İleti: 6995
  • Etkinlik:
    0%
  • Tesekkur Edildi: 239 kez
  • Rep Puanı: 1
Allah (C.c.) Tüm Müslümanlardan Razı Olsun İnşaallah...
 

M. ALİ

  • Çalışkan Üye
  • ****
  • İleti: 481
  • Etkinlik:
    0%
  • Tesekkur Edildi: 78 kez
  • Rep Puanı: 2
  • Cinsiyet: Bay
ALLAH RAZI OLSUN
 

rhg.fatih

  • Ziyaretçi
TEŞEKKÜR EDERİM.
 

hak aşığı

  • Vip Üye
  • *****
  • İleti: 6041
  • Etkinlik:
    3%
  • Tesekkur Edildi: 3667 kez
  • Rep Puanı: 85
  • Cinsiyet: Bay
Teşekkür ederim Allah razı olsun
 

kardelen01

  • Emektar Üye
  • ********
  • İleti: 9346
  • Etkinlik:
    0%
  • Tesekkur Edildi: 2302 kez
  • Rep Puanı: 54
ALLAH (C.C) Razı Olsun kardeşim.
Paylaşım İçin Teşekkürler
Ellerinize ve  Emeklerinize Sağlık
 

Hasan_54

  • Vip Üye
  • *****
  • İleti: 4106
  • Etkinlik:
    7%
  • Tesekkur Edildi: 488 kez
  • Rep Puanı: 150
  • Cinsiyet: Bay
  • ☾☆ Mekke'ye Hasret Gönüller İçin, MEKKE FM ☆☽
    • MEKKE FM
Emeği Geçenlerden ALLAH Razı ve Memnun Olsun...
☾☆ Mekke'ye Hasret Gönüller İçin, MEKKE FM ☆☽

owner  :  Linklerin Gorulmesine Izin Verilmiyor. Kayit ol ya da Giris Yap
owner  :  Linklerin Gorulmesine Izin Verilmiyor. Kayit ol ya da Giris Yap
Merkez :  Sakarya
 

hakansen967

  • Vip Üye
  • *****
  • İleti: 3623
  • Etkinlik:
    4.6%
  • Tesekkur Edildi: 868 kez
  • Rep Puanı: 574
  • Cinsiyet: Bay
    • ilahisözleri.net
SULTANÜŞ ŞUARA GÜNÜ KONFERANSI
Muhterem dâvetliler!
İçinde yaşadığımız cemiyet...
İnsanın başlıca dört cihazından dimağî olanını kişniş şekeri kadar küçültmüş, asabî, hazmî ve tenasülî olanlarını da yumak yumak ve tepe tepe urlaştırmış bir cemiyet.. Sizi, öyle bir cemiyette hâlâ sanat ve edebiyat cazibesi duymakta devam eden aydınlar olarak ihtiramla selâmlarım.
Edebiyat...
Bizde sadece şiir, roman, tiyatro, hikâye gibi bazı ifade kalıplarını kuşattığı sanılan bu mefhum, Batı adamının kafasında (Lettres) tabirinden de anlaşılacağı üzere, sınırsız bir genişlik ve derinlik belirtir. (Lettres), yani harf, kelime, cümle, yazı dili ve bu vasıtalara bağlı bütün sâf ilimler...
Teknik hariç, bütün sâf ilim ve tefekkür çeşitleri, kendilerini edebiyat dairesi içinde görürler.
Öyleyse edebiyatı, mücerret idrak şubelerinin umumî çerçevesi kabul edebiliriz. Bu şubeler arasında baş köşeye oturtulacak, şiiri, romanı vesairesiyle kelâm sanatı... Yunus Emre’nin tabiriyle, hece taşları üstündeki kelâm...
Edebiyatı böyle anlarsak onun izzet ve kıymetini ve muhtaç olduğu şartları anlamaya yol açarız. Edebiyatı olmayan millet, zatiyle de mevcut değildir.
Milletler kendilerini, teknik harikalardan ziyade geniş şümûlüyle bu noktadan mîzana çekerler. Büyük İskender, taş üstünde taş kalmamacasına yıkılmasını emrettiği bir şehrin meydan yerindeki şair büstune dokunulmamasını irade etti.
İmdi... Evet, imdi ve şimdi... Bütün acılığı içinde ilân ve itiraf edeyim ki, bugün edebiyat diye birşeyimiz kalmamıştır bizim!.. Öyleyse biz, millet olarak, var mıyız, yok muyuz? Bu korkunç sualin cevabını tefekkür, ruh, ahlâk, iktisat, inzibat, idare, lisân sahalarında yaşadığımız ana-baba gününe bakarak siz veriniz!
Ne korkuyoruz! Üzerimizden bir sam yeli estirildiğini, bu yelin her sahada bütün millî kabiliyetleri kavurduğunu, sonunda bizi zaman ve mekân dışına ittiğini ve her şeyi bir çıkartma kâğıdı taklitçiliğinden ibaret bıraktığını haykırmaktan ne korkuyoruz?
Mücerret ilimler arasında üstün düşünceyle derin duyguyu meczeden edebiyat, içtimaî fayda yönünden ne kadar âciz görünürse görünsün, toplum uzviyetinde kalbdir; ve tüm hayatı doğuran müessir... Ona kâinatın künhünü arayan fikrin, çok defa fikri yaya bırakıcı füze çapında tahassüs vasıtası diyebiliriz.
Milletimizin gerçek büyük devlet ölçüsüyle 13’üncü Asrın sonundan 19’uncu Asrın başına kadar beş asırlık empriyal asliyet ve şahsiyet hayatına bakınca görürüz ki, üstün fikri derin tahassüs edâsına kavuşturmuş azîm yaratılışlar çıkmakta karşımıza...
Yunus Emre’de maverâî hasret...
Fuzulî’de beşerî rikkat...
Bakî’de sultanî haşmet...
Nefî’de hamâsî belâgat...
Nedim’de garamî hassasiyet...
Şeyh Galip’de bediî zarafet...
Ve hepsinde, teker teker bu kıymetlerin hepsi...
Bunlar, alaca karanlıkta İstanbul’a bakarken kubbe ve minare şeklindeki silûetlerini gördüğümüz devlerdir; ve metafizik temel üstünde fizik, plâstik ve ideolojik nakışlarını âbideleştirmiş bir «devlet-i ebed müddet»in edebiyatta işaretçileridir.
Bizce bugün onların yanında, Süleymaniye Camiine bitişik arsız arsız dilini çıkarmış, «Bu kubbeyi babam yaptı ama metelik etmez!» diyen bir gecekondu manzarası arzediyoruz.
Kültür Sarayını maddede çatmak ve yapmak kolay iş... Onu meccânen günde şu kadar varil petrol üreten Asyalı ve Afrikalı kabîleler de yaptırabilir. İş onun ruhunu, özünü, tohumunu, cevherini, protoplâzmasını ele geçirebilmekte...
Ruhun pabuçlukta beklediği, maddenin de mihraplaştırıldığı son yarım asırlık devremizde, birbuçuk asırdır reçel kavanozunu dışından yalama ananesiyle gelen, kurbağaları bile güldürücü şahsiyetsizlik ve aslîyetsizlik belâmız zirve noktasına çıkarken, Kültür Sarayı isimli bu süslü kafeste hangi kuş nev’ine yer verileceğini sormak başlıca hakdır.
Herhalde kargalara değil... Demin, «kurbağaları bile güldürücü» tabirini kullandım. İşte size, tepeden inme, halis Türkçe bir cümle:
«Türkiye’yi batıran sâiklerin bir müessire bağlanamamasındaki âmil sebep nedendir ve nedir?»
Ve işte bu cümlenin kurbağacası:
«Türkiye’yi batıran nedenlerin bir nedene bağlanamamasındaki neden neden, nedendir ve nedir?»
Kafamızdaki renk renk nisbet ve mâna tonlarının ne türlü törpülendiğini ve silindiğini ve her şeyin nasıl bir gaga şangırtısına terkedildiğini lütfen görünüz! Nedenin nedenindeki neden nedir?.. Tımarhanelik bir zekâ geriliği!.
İşte böyle bir hengâmede...
Kıtlığın ne petrol, ne ilâç, sadece insan yokluğundan geldiği bu dehşet gününde...
Şiir yerine kâbuslardaki sinek vızıltısı hezeyanları alt alta dizmenin marifet sayıldığı bu deliler panayırında...
Üç katlı Türk evinin, alt katında 25’likler, orta katında 50’likler, üst katında 75’likler, birbirini boğazlayan ve kötüleyen nesillerle çatırdadığı bu efsanelik iklimde...
İşte saray, Kültür Sarayı...
Tek vasıf ve haysiyeti, cemiyetinin ıstırabını yaşamak, acısını haykırmak ve istikbâlini hecelemekten ibaret bu yetmiş beşlik ihtiyarı içine alabiliyor ve değerlendirmeye davranıyor. Ulvî ve asil davranış!..
Bu davranışın bana ilham ettiği şükran duygusu bir tarafa, belirttiği cesaret ve celâdeti kaydetmeden geçemem.
Ben, taş kafalı bolşeviklerin, köksüz ve başıboş liberallerin, kanser virüsü siyonistlerin, iç tahrip ajanı devrimcilerin ortaklaşa düşmanı olduğu ve sistemli şekilde ademe mahkûm ettiği, okuma kitaplarında ismini kazıdığı, fakat buna rağmen ilâhî bir tecelli ile toprağı altından kaynatmayı ve üstüne meltemler, ürpertiler, zelzeleler sermeyi ve etrafına çelikten bir gençlik hisarı çekmeyi gaye edinmiş ve tam 44 yıl tek derece yön değiştirmemiş belâlı adamım; ve bedbaht olduğum kadar mesudum!
Vâkıâ bu benimsenme imkânını bana hazırlayan, bizzat devlet değildir; 25’lik ve 50’lik iki nesil arası, köprü nesil vaziyetinde, selîm akıl ve duygu sahiplerinin kurmuş bulunduğu bir cemiyetdir; devletin bu mevzuudaki tavrı ise böyle bir benimsenmeyi kötüye almamak faziletinden ibaret...
Ve işte yarım asırdır zuhurunu beklediğimiz bu fazilet, hususiyle otuz yıldan beri kâh açılan ve kâh kapanan havalar gibi, bugün gerçekleşme ve yerleşme vaadinde bulunuyor. İnkılâp çapında, inkılâp habercisi bir hâdise!..
10 küsûr yıl önce, dekanı bulundukları Dil Tarih Fakültesinde, konferans salonunu dâvamıza tahsis etmek suretiyle aynı fazilet ve cesareti gösteren muhterem zatı, bugün Kültür Bakanlığındaki müstesna rolünden ötürü, Bakaniyle birlikte en takdirkâr hürmetlerime hedef olarak belirtirim. Onları alkışlayınız!
Öte yandan, hâdisenin asıl müellifi, Edebiyat Vakfı Reisini, lütfen ayağa kalkmaya ve teşekkürleri kabul etmeye dâvet ederim.
Şair, Allah’ın bahşettiği nisbette gelecekten sesler alan nazik bir antendir. Bu bakımdan (avan-gard) dedikleri öncü ve arayıcı sanat adamı rüyasındaki ideal devlet ve hükûmet dururken, mevcut ve eskimiş bulunandan zevk almaz ve ondan hakkın takdir edilmesini beklemez. O, daimî bir isyan halindedir ve bu ideal hayatı arama cehdinde...
Bir Fransız edibi, bu ince hikmeti şöyle ifadelendiriyor.
- «Üç şey gerçek sanatkârı şerefsiz kılar: Fransız Akademisine âzâ kabul edilmek, (Lejyon d’onör) nişanıyla lûtuflandırmak, zamanenin münekkidi tarafından övülmek...
Bu hissî ve teessürî sözde, sanatkârın hemen her zaman ihtilâf halinde olduğu cemiyetine bakışı olarak derin bir gerçeklik payı var. Ama elbette ki, gaye, aynı sanatkârın, içinde yaşadığı devlet ve cemiyetten itminan sahibi olması...
Bu itminan duygusuna nail ve son derece nadir kahramanlardan biri, Eski Yunanda (Perikles), Çağının lirik şairi (Pendar-Pindaros), Attik Medeniyetin şahika noktasında yaşamış olmasına rağmen, bakınız kendi öz cemiyeti hakkında ne diyor:
- «Meğer ben, bir ömür, katırların yemliğine saman yerine orkide doldurmuşum!..»

Yunan Medeniyeti’nin en olgun cemiyet manzarasiyle kemâl devresinde, meydanları Sokrates’ler, Platon’lar, Eşil’ler, Sofokles’ler doldururken, ya bizim o elmas halden bu kömür hale düşmemiz karşısında cins sanatkâra ne demek düşer!..
(Kalite)nin, isim ve sıfatı birbirine karıştırmış bozuk bir Türkçeyle «kalite makarna» diye kullanıldığı, bütün ulvî mefhumların olanca vitaminini kaybettiği ve en ışıklı (kozmos)un en karanlık bir (Kaos)a döndürüldüğü bu hiçlik pazarında hangi keyfiyet dâvası?..
Cins sanatkâra bu maddî ve manevî anarşi diyarında ya çatlamak, patlamak, kıvılcım kıvılcım fezada uçmak ve kendisine yeni bir plânette vatan aramak... Yahut, işte bizim yaptığımız gibi, son nefesine kadar çırpınmak, yırtınmak, zindanlarda güneşi boru içinden seyretmek ve... Evet, ve...
Ve ürettikleri tezek nesilleri has ekmeğe çevirmek için, tırnaklarımıza kan oturmuş, hamurkârlık yapmak borcu kalıyor.
Sabır, tevekkül, ümid, iman, çile ve ıstırap kol kola...
Şimdilik yalnız ıstırabı azizleştirebilsek yeter! Keşke esirler kampı gibi çitle çevrilmiş bir mustaripler kampımız olsa...
Şimdi en belâlı sual:
Hayalimizdeki fert içi ve fert dışı tantanalı oluşa, zaman ve mekân müsait midir. Sakın, zaman geçmiş ve mekân pörsümüş olmasın?..
Dünyanın en güzel aşk serenatlarından biri olan «Romeo ve Jülyet»de, Şekspir, bu sualin cevabını kahramanına, vaziyetine göre şöyle verdiriyor:
Jülyet, sabaha kadar penceresinin dibinde kendisine dalan Romeo’ya:
- «Artık git, der; vakit çok geç!»
Divâne âşık cevap verir:
- «O kadar geç ki erken kabul edebiliriz!..»
Bu noktada bir ân sükûtu dinleyelim...
Ve haykıralım: GÜNEŞİN DOĞMASINA YAKIN VAKİT ERKENDİR! Muhabbetle selâmlarım.

MEHMETÇİK HİTABESİ SON
Çanakkale zaferi benim için bir vesileden ibaret davamız ve mevzumuz Mehmetçik onu anlamak lazım.
Mehmetçik!
Anadolu yaylasında helezon helezon yükselen öyle bir dağ başı ki, bütün istikâmetlerin kilidi onda…
Derinliğine gök genişliğine yer onda..
Nezâret ufkunu açmadığı, ayak altına sermediği hiçbir mesele yok…
Millî saadetlerimiz, içtimaî felâketlerimiz, çıkışlı inişli târihimiz; gerçek oluşumuz, yedi iklim dört bucak hükmedişimiz, duraklayışımız, çırpınışımız, olamaz oluşumuz!, sürünüşümüz, bozgundan bozguna yuvarlanışımız hâsılı, bir zamanlar Güneşten ruh hamurumuz ve bu hamura musallat mikroplar, sebebi ve neticeleriyle hep onda; Mehmetçiğin Ruh röntgeninde…
Bana sorarsanız, Orta Asya’dan Anadolu yaylasına inen bozkurt, en saf aynadan daha berrak bir su başında, gözlerinin ateşine dala dala söğüt ağacına döner, istihale eder. Böylece, kuyruk sokumu, atların cidago kemiğine kaynamış, mücerret madde hızı ve hareketinden ibaret bir yaratık örneği, iç hayatına, ruhuna, sabit mekânı içinde hakiki zamanına kavuşur.
İşte Türk’ün hayatı, yine bana sorarsanız, onun sabit mekânına ve hakikî zamanına, yani ruhuna kavuştuğu ve bozkurdun söğüt ağacına döndüğü andan başlar.
“Söğüdün yaprağı narindir narin,
İçerim yanıyor dışarım serin…”
Söğüt, Anadolu ve Anadolulu hassasiyetinin gelin edalı remzi…
Anadolulu onun dibinde düşünür, içlenir, sevişir, halleşir, vedalaşır, kavuşur, onunla sarmaş dolaş hayat sürer.
Ve işte Bozkurt Mit’inin (efsanesinin) söğüt ağacı realitesine kavuştuğu andan başlayarak, Türk anaları, Mehmetçiklere gebedir.
Felsefede mekân denince madde, zaman denilince de ruh anlaşıldığına göre, Türkte ikisini birden şahıslandıralım:
Mekân, Anadolu… Zaman, İslâmiyet…
Şimdi Mehmetçiği, o hiçbir formüle sığmaz harikayı, bu temel ölçüye göre kendi kendisine çerçevelenmis bulacağız..
Mehmetçik, Türk’ün, ruhunu İslâm nuruyla dolduruşundan sonra, İslâm potasında eriyerek İslâm kalıbına döküp billurlaşarak darphâneden çıkma has altınlar gibi insanlık pazarına döktüğü, ferdiyyet üstü millî ve içtimaî vâhid… Aslındaki kıymet ve hususiyetle de böyle bir vahide, Türkten başka mâlik, bu cihanda ikinci bir millet yok…
Mehmetçik, Allah indinde, halis kahramanlara mahsus dininde ve milletinden fânilik; namsızlık ve nişansızlık sıfatlarıyla da, şan ve şerefini ancak feza dolusu meleklerin törenleştirebileceği ve hasis dünya ifadelerinin asla varamayacağı bir makama sahip… Nemrutlar ve Firavunların altın tahtırevanları, Roma zafer alaylarının sırma sorguçlu süt beyaz dört atlı arabaları ve bugünün motorlu tahtları onu azizleştirmekten âcizdir. Aksine, o, tahtırevanı taşıyan köle, zafer arabasını çeken at, motorlu tahtında tekerleği yerinde gizlenmeyi tercih etmiştir. Bu haliyle seviyesinin en ince ve mahrem çizgisidir… Zira, onun beygir sıfatiyle çektiği zafer arabalarında oturanlar, ekseriyetle öndeki mânanın hırsızları, 24 saatlik fâni zaman kadrosunun açıkgözleri, âdi sahtekârlardır.”
Oysa, sigara kağıdı kadar bir örtü içinde, yağmur ve kar altında savaşmaktan, bir tek kuru zeytinle 24 saat yetinmeye herşeye kadar katlanır, fakat küçük açıkgöz ve nefsi ile sahtekâr olmaya tenezzül etmez.
Onu zafer arabasına bindirmek gerekseydi, eline kamçı diye yıldırımı vermek, arabasına at diye kasırgayı koşmak, başınada taç diye en parlak yıldızı oturtmak icabederdi.
Nitekim, yaratılışından ve doğuşundan şehit tipi Mehmetçik, yerde sürünürken, gökte bu saltanatı sürmektedir.
Mehmetçiği makamının şan ve şerefiyle ölçebilecek, ne bir terazi, ne bir endaze, ne bir kıstas, ne bir mikyas mevcut değildir.
Ne mutlu Türk Milletine!..
Ne bakımdan?
Allah Resulünün mukaddes hâs ismini, sırf o isme duyduğu sonsuz saygı yüzünden hafif bir değişikliğe uğratıp “Mehmed” yapan, böylece İslâm ülkelerinden hiçbirinin eremediği bir ruh iffetinden örnek veren duygu cevheri bakımından…
Ne mutlu Türk Milletine!..
İşte Mehmetçik, O isme, birde şefkat ahengi ufaltma eki ilâve edilerek bulunmuş o mübarek klişedir ki, doğrudan doğruya Allah Resulünün ruhâniyetinden, bir milletin ferdiyyet üstü namsız ve nişansız fert vahidine püskürtülmüş nur zerresini pırıldatıyor. Herşeyini O nur zerresinden; ve o nur zerresine tecellî mihrakı olma ehliyetinden alıyor.
Mehmetçik hangi ordunun, tümen, alay, tabur ve bölük, hangi basamağına bağlı olursa olsun; vilayet, kaza, nahiye ve köy; hangi ilişiğin sahibi bulunursa bulunsun,doğrudan doğruya Allah Resulünün has ismine ve has ruhuna perçinli olmanın hüviyetidir.
Peygamberinin ismini ondan aldığınız ve meselâ adını Oğuzcuk, Uygurcuk, Sungurcuk yaptığınız anda herşeyin nasil uçup gidecegine dikkat ediniz.
Kaynağımızı kurutmak gayesini güden zümreler şehid mefhumu gibi aynı menbâın mansabındaki feda edilemez renkleri yerinde bırakıp, birde onları istismara geçtiklerine göre, bari içine düştükleri tezattan utanacak kadar anlayış gösterseler.
Mehmetçiği, hep mim harfli sıfatlarla ifade edelim; çevresinde mesut cemiyet, tepesinde memur Devlet ve ayağının altında mamur vatan bulunduğu yükseliş çığrımızda asli farikasiyle belirmiş göremeyiz. Yani şevket ve haşmet devrimizde Mehmetçik, o haşmet ve şevket içinde erimiş, ona karışmış ve öz cevherini açığa vurucu içtimaî çöküntü ve tezatlardan uzak kalmış olarak peçelenmiş vaziyette… O devirde Mehmetçik, sağlam devlet binasının muhkem temelidir; ve her temel gibi toprağın altında ve gizlidir. Asıl Mehmetçik -yine mim harfli sıfatlarla- çevresinde mazlum cemiyet, tepesinde mahkûm devlet ve ayağının altında mağlup vatan bulunduğu alçalış devrimizdedir ki, olanca mukavemet seciyesiyle ortaya çıkar. Büyük bir zelzele olmuş, bina parça parça yıkılmış ve çatlamış; toprak yarılmış ve temel olduğu gibi görünüvermiştir.
İşte, Mehmetçiğin tam manasıyle meydana çıkışı, bizi kurtarmaya memur temel olarak, her zerre hamlenin kendisine düştüğü bu hengâmededir.
Bu hengâmede onun tablosu:
“Kışlanın önünde redif sesi var;
Bir çift kundurayla bir de fesi var.”
Demek ki Mehmetçiğin asli farikası, insanüstü bir fedakârlık ve karşı koyuş… Memuriyeti budur!
Bir zamanlar; “Ya devlet başa – Ya kuzgun leşe” düsturunun temsilcisi Mehmetçik, şimdi; “Devletin malı deniz – Yemeyen domuz…” anlayışının çürütmeye başladığı cemiyette, onu dış toslamalara karşı koruyacak son kalıntı, son saffet artığı, baştan ayağa hasta bir uzviyette tek başına sağlam kalmış biricik kalp nahiyesidir. Beyin hasta, ciğer yaralı, mide delik deşik, böbrek cerahat çanağı, kan mikrop kanalı, fakat kalp sapasağlam…
Her ülkede vecd ve aşkı çürüyen İslâmın en taze ve en keskin davranışla kılıcını asırlarca elinde tutan bir millet, Türk Milleti!
Tarihî kaderi bakımından ilahî hikmet icabı elbette her maraza karşı duracak ve kendisini ensesinden kavrayıp ayakta tutacak bir bünye harikasına, bir ölümsüzlük sırrına mâlik ve mazhar olmalıydı.
Oldu. Bu Mehmetçiktir.
“Ben Yunus-u biçareyim;
Baştan ayağa yareyim.”
Diyen büyük Anadolu çocuğunun belirtisi ile, topuğumuzdan tepemize kadar cüzzam yaralarıyla kaplı bulunduğumuz demlerde Mehmetçik, işte her defa bizi kurtaran, açık ölümlere karşı koyan, bize hayat hakkını iade eden, fakat her defa bu hakkı kullanamadığımıza şahit olan, bünye harikası ve ölümsüzlük sırrı diye ifadelendirdiğimiz millî hassanın ta kendisidir.
Onun içindir ki Mehmetçiği ihtilâle düşmüş bir uzviyette, felâket organları bir tarafta ve kendisi bir tarafta, ancak bu tezat yüzünden belirmiş apayrı bir hüviyet olarak tanımaya mecburuz.
Ve işte onun içindir ki Mehmetçiği, Kanunî’ye kadar süren taarruz ve fetih devrimizde değil, Kara Mustafa’dan başlayan bozgun ve müdafaa çığırımızda kendisini göstermiş buluyoruz.
Ondaki sadakat, ondaki itaat, ondaki tevekkül, ondaki tahammül, ondaki cefakârlık, ondaki fedakârlık, ondaki nefs istihkarı, ondaki Allah iftikârı, hiçbir zaman ve mekânda, hiçbir milletin fert vahidine nasip olmadı.
Öyle ki, bu vatanı kurtarırken de, batırırken de, başta sadakat ve itaat olmak üzere hep Mehmetçikteki bu mâdenler işletilmiş, sırasında temellendirilmiş, sırasında istismar edilmiş; ve Allah’ın Türk Milletine bu muazzam emaneti üzerine tiril tiril titreme şuuru hiçbir şekilde devrede kafalara yerleştirilememiştir. Eskiden adı (Etrâk-ı bîidrâk) idi; şimdi ve daha fenası kimsenin sahip çıkamayacağı cisimsiz bir isimdir.
Samanyoluna kadar bütün yıldızları sermaye diye kullanan bir kumarbaz olsaydı, gökte yıldız bırakmazdı da, Mehmetçiği siyasî kumar oyunlarında harcayanlar onu sarf ede ede bitiremediler.
Birinci Dünya Harbinde, Erzurum’da, Allahuekber dağının bir eteğinden kolordu çapında tırmandırılan Mehmetçik, öbür eteğinden, düşmanla çarpışmaksızın bir kaç manga halinde inerken, ezelî teslimiyet vasfının ne hazin istismar ifadesidir.
Yedi düvele karşı koyduğu Fatih’in İstanbul’unuda Çanakkale’de engelleyen, çünkü Çanakkale bu kadar, Mehmetçik, sadece kendisine intihar emri verilmediği için, kuduz Dünya emperyalizmasına, tüfeğini dizinde kırarak kaçmayı ilhâm etmiştir.
O, yalnız cevherini bozmayacak çapta da olsa kumandanını bulduğu zaman, Plevne’de, Rus Çarına, kılıcını belinden çıkartırır ve kendi esir kumandanının beline taktırır.
Kendisini tanıyan bir Devlet Reisine nayil olunca da, Yunanlı yine bugünküne eş palikaryalığını gösterir göstermez, önünde şehit kumandan Abdülezel Paşa, Selanik’ten bir sıçrayışta soluğu Atina’da alır.
Avrupalı bir askerî muharrir diyor ki: “Başka ordularda müdafaanın bile terkedileceği şartlar altında, Türk ordusunun taarruzu başlar…”
Hesap ve mantık budalası Avrupalının çenesini bir karış düşüren bu levhadaki akıl almaz mâna, Mehmetçiği ve ondaki sonsuz teslimiyet secciyesini ne güzel canlandırır.
Nihayet, Birinci Dünya Harbi sonunda, morgdaki ölü masasına yatırdıkları, kayışlarla masaya bağladıkları ve her kayışı bir sömürgecinin eline verdikleri hasta adama bir şahlanışta can katan, Türk’ün varlık iradesini teslim eden, emperyalizm uşağı (megalo idea) maskaralarını sımsıkı kuşatıp göğsünde boğan ve çilekeş atlara piyadesi ve süvarisiyle ikişer kişi halinde yerleşip İzmir kalesine ay yıldızını iade eden, Mehmetçikten başka kim olabilir?
Mehmetçik, öz vatanı içinde vatanını aramakta; ve hep dayanağını kaybetmiş ve gittikçe daralmaya başlamış eski fütuhat ufuklarını beklemek mahkumiyeti altında en korkunç ruh acısı olan yırtıcı bir hayretle eşya ve hâdiselere, kendisinin kim, ne ve neye memur olduğunu sormaktadır. Bu hayret ve dehşet Mehmetçik’te o kadar büyüktür ki, güneşli havayı duman diye görmekte ve sükûtu figan diye dinlemektedir.
“Havada bulut yok;
Duman nedendir?
Mahiede ölü yok,
Figan nedendir?
Adı Yemendir.
Gülü çemendir;
Giden gelmezmiş
Acep nedendir?”
Başını taştan taşa vuran ve bir türlü düzlüğe çıkamayan cemiyetinin yeni bir macerası karşısında hitap ve davet daima kendisinedir; ve Mehmetçik, bu cemiyetin irâde ve idare katından hiçbir kuvvet almadığı halde her defa ve tek başına onu kurtarmaya hazırdır. Böylelikle, onun önüne Viyana bozgundan beri, nereden başlayıp nerede duracağı ve ne tarafa döneceği meçhul, üstünde ebediyyet rüzgârları esen bir yoldan başka bir şey çıkarılamamıştır.
“Ey gaziler yol göründü yine garip serime…”
Mehmetçiği bu mısradan daha derin anlatacak hiçbir ifade bulunamaz!
Asırlarca süren bir göç halinde, insanı öz vatanında öz vatanından öksüz bırakıcı, bu ne hazin muhacirlik!..
Şimdi ki cümleme dikkat edin, bütün bu kıta da onun için:
Mehmetçik, dışardan içeriye doğru bazı açık göz muhacirlerin bu vatana sahip çıkması için târihimizin, içerden dışarıya doğru ebedî muhaciridir.
Onu bu muhacirlikten kurtarmak ve eski çağlarda olduğu gibi muhteşem bir aksiyona bağlamak için, herşeyden evvel, beyinle kalp tezadını ortadan kaldırmak lâzımdı. Bunun için de onu keşfetmek ve ona güdücülerini keşfettirmek gerekirdi..
Bizim için keşfedilmemiş madde ve mânâ, ne şimal, ne cenup kutbunda; sadece Anadolu’da ve kendi öz cebimizden kaymış olarak ceket astarımızın dibinde.. Mehmetçik de bunun en muşahas timsâli…
Mehmetçiğin, kâh Yemen, kâh Fizan, kâh Arnavutluk, ebedî göçü onun en büyük hamlesi olan Millî Kurtuluş hareketinden sonra durmuş; bu kez durmuş; fakat onu keşfetme, ruhunu besleme ve maddesine kavuşturma problemi çözülememiştir. Bu problem, Mehmetçiğin şahsında bütün bir Anadolu ve Anadolulu dâvasıdır.
Size Tohum isimli eski bir piyesimden birkaç satır okuyayım:
“YOLCU – Biz bu ruhu tanımıyor muyuz?
FERHAT BEY – Biz bu ruhu tanımıyoruz! Çünkü bu ruh, daima dal-budak salmış bir ağaç gibi, göz önünde fışkıran hakikatlerdan değil… En derin ve en gizli hakikatlerdan… Hakikat kesiflestikce küçülür ve küçüldükçe gizlenir. Bir tohum gibidir…
YOLCU-Tohum….
FERHAT BEY – Herşeyin özü ve sırrı ruhtadır. Biz bu ruhu tanımıyoruz. Anadolu nasıl duyar, nasıl sever, nasıl coşar, nasıl parlar, nasıl patlar, nasıl yatışır, nasıl susar, nasıl düşünür, nasıl gider, nasıl dönmez, nasıl ölür, biliyor muyuz. Biz ruhun maddesini bina edebilseydik, bu tohumun ağacını yetiştirebilseydik…”
.. şimdi demek ki, lütfen sözlerini dinlediğiniz fikir ve kalem adamı, Anadoluculuk dâvasını ve Mehmetçik tezini tam 29 yıl evvelki bir eserinde ortaya atmış.
Mehmetçiği, kardeşleri Ahmetler, Aliler, Osmanlarla beraber, Ayşesi, Fatması, Hatçesiyle, her köyün, şehadet parmağı gibi göğe yükselen müdir fikri minaresi etrafında en ileri hayata kavuşturmak…
Hamle budur, dava budur, hareket budur, inkılâp budur!
Bu da ancak, onun ruhunu üst kattaki cemiyetine, cemiyetini de onun ruhuna inandırmakla mümkündür ki, böyle bir dâva, gerçek ilerinin geri ve hâkiki gerinin ileri sanıldığı Gökseller, Gürseller, Ayseller dünyasında deli saçmasından farksızdır.
Bütün memleketi böyle delilerin doldurduğu bir tımarhane haline getirdiğimiz gün bu dava gerçekleşecektir.
Nerede o divaneler.. O ne güzel diriliş ve ne büyük ideal!..
Mehmetçiğin tarafımızdan anlaşıldığı ve bizim onca anlaşıldığımız gün bütün muvazeneler yerli yerine oturmuş demektir.
Eski Yunanın (Epigram) dedikleri kitabe şairlerinden biri, (Termopil) boğazında can veren bir avuç Yunan delikanlısı için, dünyanın en sâde, fakat en muhteşem kitabesi olan şu satırları yazmıştı:
“Yolcu! Git de Atinalılara de ki; biz burada 40 yunan delikanlısı, bize ettikleri tenbihe sadığız, uymaktayız!”
Mehmetçiğin namsız ve nişansız mezarı her abidenin üstünde ve sadece Mehmetçik ismi hiçbir (Epigram – Kitabe) ve Kelam harikasının varamayacağı seviyede. Fakat O’na bir Epigram değseydi ben şöyle yazardım:
“Yolcu! Git de yurdunda her evin kapısını yıkarcasına çal ve haber ver; beni ve kuvvetimin nereden geldiğini anladıkları gün her şeyi anlamış olacaklardır.”
İslâmın, Türk ruhuna inen kızgın bir mühür gibi dağladığı ve kalıplaştırdığı, sonra kafa kâğıtları halinde basa basa çoğalttığı ve modelleştirdiği, gerçek milliyetçilik dâvasının protoplâzma şahsiyeti Mehmetçiğe selâm olsun!..
Şimdi onu, ölüp de ölmeyenlerin gerçek hayatı içinde, yaratılıştan ve doğuştan üzerine sinmiş şehit hüviyetinde, omuzlarıma abanmış hissediyorum. Mezardan fırlamış, gömleğini paralamış, Tortum şelâlesinden daha bereketli, enerji kaynağı, kan fışkıran yarasını açmış, saçları diken diken ve gözleri şimşek şimşek, size bakıyor. Dikkatle, madde üstü bir dikkatle bakarsanız siz de görürsünüz.
Ve dudakları kıpırdıyor:
“- Ne yaparsanız yapın; benim hakikatıma kıymayın!”
Genç Adam.. işte tutunacağın ebedi Hâkikat. Gerisi palavra!..

RUH
Ya bin yıl, ya bin asır sonra o gün gelecek.
Koklarken küllerimi mezarımda bir böcek
O kadar yanacak ki, bir yüksüklük toprağım,
Yerden bir damar gibi kopup fışkıracağım!
Ve birden bakacağım, her tarafım bitişmiş,
Başım, toprak altında bir mâden gibi pişmiş.
Nefesten daha ince bir ipek kumaş derim;
Fosfordan daha parlak, ince uzun ellerim.
Dalacağım kendimin hayran seyrine,
Diyeceğim: Bu dönen şeyler eski yerine,
Benim diye baktığım şeyler miydi bir zaman?
Külümün rüyası mı yoksa gördüğüm?.. Aman!
Başımda açılacak fânilerin seması
Ve onların taprağa gerçek diye teması,
Bir tatlı vehim gibi içimi bayıltacak;
Toprağın, koşacağım, üzerine yalnayak;
Şehrin, dolaşacağım kuş gibi etrafında;
Bir beyaz hayaletim upuzun çarşafında,
Gezeceğim, doğduğum evin odalarını,
Geceleyin, koskoca şehrin lâmbalarını,
Bir keksin üfleyişim söndürmeye yetecek;
Korku, şehrin çelikten sesini tüketecek.
Herşey susacak o ân, çalınacak kapılar;
Kiremitleri yaprak yaprak alan bir rüzgâr,
Ağzamdan haykıracak, uzun, gizli, çapraşık…
Erişilmez fikir ki, düğüm düğüm dolaşık…
Sarıldıkça boşanan yumak, çözülen demet;
Başı görünmez hayâl, sonu gelmez nedamet…

TAKVİMDEKİ DENİZ
Hasreti denizlerin,
Denizler kadar derin.
Ve o kadar bucaksız.
Ta karşımda yapraksız
Kullanılmış bir takvim.
Üzerinde bir resim;
Azgın, sonsuz birdeniz.
Kaygısız, düşüncesiz,
Çalkanıyor boşlukta
Resimdeyse bir nokta;
Yana yatmış bir gemi,
Kaybettiği alemi
Arıyor deryalarda.
Bu resim rüyalarda
Gibi aklımı çeldi,
Bana sahici geldi.
Geçtim kendi kendimden,
Yüzüme o resimden,
Köpükler vurdu sandım.
Duymuş gibi tıkandım,
Ciğerimde bir yosun.
Artık beni kim tutsun.
Denizler oldu tasam,
Yakar onu bulmazsam
Beni bu hasret dedim
Varırım elbet dedim.
Bir ömür geze geze
Takvimdeki denize.
Ne var bana ne oldu
Odama nasıl doldu
Birden bire bu meltem
Ve dalgalandı perdem
Havalandı kağıtlar.
Odamda kıyamet var.
Ah yolculuk yolculuk
Ne kadar baygın soluk
O gün bizde betbeniz
Ve ne titrek kalbimiz.
Ve eşyamız ne küskün.
Yola çıktığımız gün
Bir sıraya dizilmiş
Gözyaşlarını silmiş,
Bakarlar sinsi sinsi
Niçin o anda hepsi
Bir kuş gibi hafifler
Arkandan geleyim der
Niçin o güne kadar
Dilsiz duran ne kadar
Eşya varsa dirilir
Yolumuza serpilir
Ufak böcükler gibi
Gezer onların kalbi
Üstünde döşemenin
Gizli bir didişmenin
Saati çalar o an
Birden bakar ki insan
Herşey karmakarışık.
Ayırmak olmaz artık
Bir kalbi bir taraktan
Ve kalb ağlayaraktan
Çekilir geri geri
Terkeder bu mahşeri.
Bu mahşerin içinden
O gün ben de geçtim ben,
Nem varsa evim, anam,
Çocukluğum, hatııram,
Ve ne sevdalar serde
Bıraktım gerilerde
Kaçar gibi yangından.
Rüzgarların ardından
Baktım da süzgün süzgün
Kurşun yükünü gönlün
Tüy gibi hafiflettim.
Denize hicret ettim.

BENDEDİR
Ne azap, ne sitem bu yalnızlıktan,
Kime ne, asılmaz duvar bendedir,
Süslenmiş gemiler geçse açıktan,
Sanırım gittiği diyar bendedir.
Yaram var, havanlar dövemez merhem;
Yüküm var, bulamaz pazarlar dirhem.
Ne çıkar, bir yola düşmemiş gölgem;
Yollar ki, Allah’a çıkar, bendedir.

AYNALAR YOLUMU KESTİ
Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik;
İşte yakalandık, kelepçelendik!
Çıktınız umulmaz anda karşıma,
Başımın tokmağı indi başıma.
Suratımda her suç bir ayrı imza,
Benmişim kendime en büyük ceza!
Ey dipsiz berraklık, ulvi mahkeme!
Acı, hapsettiğin sefil gölgeme!
Nur topu günlerin kanına girdim.
Kutsi emaneti yedim, bitirdim.
Doğmaz güneşlere bağlandı vade;
Dişlerinde, köpek nefsin, irade.
Günah, günah, hasat yerinde demet;
Merhamet, suçumdan aşkın merhamet!
Olur mu, dünyaya indirsem kepenk:
Gözyaşı döksem, Nuh tufanına denk?
Çıkamam, aynalar, aynalar zindan.
Bakamam, aynada, aynada vicdan;
Beni beklemeyin, o bir hevesti;
Gelemem, aynalar yolumu kesti.
Linklerin Gorulmesine Izin Verilmiyor. Kayit ol ya da Giris Yap